19 Ağustos 2009 Çarşamba

AROG - ALİ G InDaHOUSE - HOT FUZZ - YOUNG FRANKENSTEIN





SENİNLE ONLAR ARASINDA BİRAZ FARK VAR

Baştan belirteyim, karşılaştırmalara karşıyım. Bilmem A B'den daha komiktir, X Z'den daha zekidir, bla, bla, bla... Hiç hazzetmem. Üstelik konu sinema olunca kaplan kesilirim. Çünkü herkesin başarısı ve hatası kendine hastır, kimse kimseden ne eksiktir ne de fazla. Ama örnek babında bu karşılaştırma işine girmek mecburi oluyor. Mesela Cem Yılmaz birçoklarımız gibi bana göre de dünyanın en komik, zeki ve yaratıcı insanlarından biri. Üstelik de, sinemayı sadece bir para basma makinesi olarak görmeyip bu alanda iyi birşeyler yapmak isteyen biri. Çektiği GORA filmine çamur atanlardan da değilim, aksine filmi eğlenceli bulmuştum. Bu sebeple AROG filmi vizyona girdiğinde hiç komik değil, bu sefer güldüremedi lakırdılarına pek de itibar etmemiştim. Ne de olsa izleyenlerin çoğu odundu ve odunu güldürsen ne olur, güldürmesen ne olur diye düşündüm. Ama gel gör ki filmi izleyince ben de o orman tayfasına katıldım. Film bazı yerlerde tebessüm ettirse de hiç bir zaman sizin koltuğunuzda gülmekten sallanmanıza neden olmuyordu.
Bu sebeple, Ali G filmine bakarsak, aradaki farkı görebiliriz. Ali G çok mu iyi bir film, hayır. Sacha Baron Cohen'in beyni Cem Yılmaz'dan daha mı iri, pek sanmıyorum. Fakat Ali G'de ne var? Şu var, Ali G ve Sacha Baron Cohen bu filmin bir komedi filmi olduğunu ve ilk amaçlarının güldürmek olduğunu bir an olsun aklından çıkarmıyor. İyi bir filmden ziyade komik bir film olması için uğraşılıyor. Bu uğurda gerekirse kaliteden ödün veriliyor. Ama güldürüyor mu, evet hem de son saniyesine kadar. Hımm, bunu geçip ben bu kadar tuvalet mizahı yapamam diyorsanız o zaman geriye Hot Fuzz veya Young Frankenstein'a benzer filmler olmak gibi bir seçenek de karşınıza çıkabilir. Ama bu o kadar da kolay bir iş değildir. Bir türle komediyi birleştiriyorsanız, o türü yiyip yutmanız ve daha da önemlisi o türe deli divane olmanız gerekir. Tıpkı Hot Fuzz'da normalde burun kıvırdığımız polis-aksiyon ikilisi filmlerinin gerçekten yürekten sevilmesi ve Young Frankenstein'da tüm o korku, vampir filmleri külliyatının özümsenmiş olması gibi. Yoksa suyu çıkmış bir 2001 göndermesini veya Vanilla Sky maskesini gösterme daha iyi.

QUARANTINE


ÖMÜR TÖRPÜSÜ

Eğer bir film çok çok iyiyse ve sizi radarı altına almışsa o film hakkında kalem oynatmak oldukça zevklidir. Üzerine sayfalar dolusu yazı yazsanız da hep bir eksiklik hisseder, filmin hakkını bir türlü teslim edemediğinize dair endişeye kapılırsınız. Bu sayfalarca yazı yazma isteği ve endişe duygusu kötü filmlerde de karşınıza çıkar. Ama ters istikamette. Bu kötü filme karşı duyduğunuz nefret o kadar yoğundur ki, ne söyleseniz, ne etseniz içinizdeki o sıkıntının ve kızgınlığın bir nebze olsun azalmadığını görürsünüz. Örnek mi istiyorsunuz; alın size "Quarantine" filmi. Filmimiz televizyon için itfaiyecilerin meslek yaşamını anlatan bir program çeken uyuz muhabir kızın ve kameramanın, itfaiyecilere yapılan bir ihbar sonucu bir apartmana yardım için gitmeleri ve daha sonra apartman sakinleriyle birlikte karantina altına alınmasını anlatıyor. Binada başlayan, kaynağı muallak kuduz salgını insanlara bulaşır ve onları bir nevi zombiye dönüştürür. Apartmanın içine de kısıldıklarından kaçacak pek yerleri yoktur ve böylece sıra teker teker hepsine gelir. Sonra da gelsin kırılan kemikler, gitsin akan kanlar.
Açıkçası sıradan bir korku filminden mükemmel bir konu bekleyecek yaşı çoktan geçtim. Kemikler ve kanlarla ilgili bir sorunum da yok. Fakat film beni neden bu kadar bezdirdi derseniz cevap filmdeki tiplerdir. Normalde bu tür filmlerde az da olsa kurbanların yanında olmak gerekirken, bu filmde hepsinin ölmesi için dua etmeye başlıyorsunuz. Binadakilerin hepsini tahliye edip bir sağlık merkezinde karantinaya almak yerine apartman içine tıkıp gerçek anlamda birbirinizi yiyin demek nasıl bir senaryo dahiliğidir inanın halen çözebilmiş değilim. Bunların üstüne bir an olsun kamerayı bırakmayan ve sonunda görev uğruna şehit olan abimiz ve başlarda cilve yapan ama zoru görünce de o cilvelerden eser kalmayan, ortalıkta sadece bağrıp zırlayan muhabir kızımız ve benzeri birçok gıcık tipi bünyesinde barındırınca, bu filmi sevmek yerine kuduzdan beter olursunuz.

6 Ağustos 2009 Perşembe

REVOLUTIONARY ROAD


YOLUMUN İÇİNDE YOL AYNI YOLDA DEĞİL

Revolutionary Road, birlikte yola çıkan iki kişinin bir müddet sonra farklı yollara sapmak istemesini ve daha sonra çıkmaz sokağa girip duvara toslamasını anlatan bir trajedi. Hayallerinin peşinden gitmek isteyen, bir nevi nefes almaya çalışan eşin ve konformizm korkaklığından muzdarip bir kocanın farklı yönlerden gelen araçların sürücüleri olmasından sebep gerçekleşen bir trafik kazası. Biz izleyiciler ise adeta yolda yürürken bahsi geçen bu kazanın gerçekleşeceğini gören ama elimizden hiçbirşey gelmeyen, sadece bakakalan yayaları. April'ın içinin alev alev yandığını, bu ateşle ya evini ısıtacağını ya da kendini yakacağını, yüzündeki maskenin artık onu boğmaya başladığını, Frank'in son noktaya kadar gelip suya atlamayan mızmız bir çocuk olduğunu, esas meselenin Paris değil de farklı bir yoldan gitmek olduğunu, bombanın fitilinin çoktan yakıldığını görüyoruz. Ama elimizden hiçbirşey gelmiyor. Tıpkı kendi hayatlarımıza bakmaya devam ettiğimiz gibi.

GRAN TORINO


BİR ARABADAN ÇOK DAHA FAZLASI

Baştan belirteyim Clint Eastwood'dan hiç hazzetmem. Ne Kirli Harry zamanları ne de spagetti westernleri ilgimi hiçbir zaman çekmedi. Özellikle yönetmenliğe ağırlık vermesiyle birlikte "büyük usta" nidalarının fazlalaşması ve en iyi yönetmen Oscar'ını Martin Scorsese'nin elinden kapması ona olan gıcıklığımı daha da arttırdı. Amaaa... Gran Torino dendiği gibi bir arabadan çok daha fazlası.. Film kusursuz değil, belki de gerçek hayatta hiç olmayacak bir öyküye sahip. Yabancı düşmanı, huysuz, ihtiyar bir keçinin bir zaman sonra düşman sandığının aslında dost olabileceğini görmesi gerçek hayatta ne kadar gerçekleşir derseniz çok zor derim. Fakat filmin sırrı burada ortaya çıkıyor ve izlerken bal gibi de olur diyebiliyorsunuz. Çekik gözlü oyuncuların rol yapamayışı da gözünüze komik değil sevimli geliyor. Ek Olarak da Clint Eatwood'un filmin ilk dakikalarından itibaren çizdiği huysuz ihtiyar karakterinin gerçekliğinin yüzünde oturması benim gibi anticilerinin çenesini kapatıyor. Hani derler ya kurt kocayınca köpeklere maskara olur diye, yalan. Kurt Eastwood kocasa da yine kurttur.