31 Mayıs 2009 Pazar

BETA HOUSE - BLIND DATING - GOOD LUCK CHUCK




KİRLİ, ÇÜRÜK VE ADİ

Kendimi hafif depresif hissettiğimde çoğu zaman yaptığım bir şey vardır: Oturup gereksiz Amerikan romantik komedilerini ve gençlik filmlerini izlerim. Çünkü adı üzerinde bunlar gereksiz filmlerdir ve o halinizle oturup gerekli şeylere kafa yormak istemezsiniz. Hatta hiçbir şeye kafa yormak istemezsiniz. Sadece insanların aşk kelebeği olup etrafta uçuştuğu, kuşların şarkı söylediği, aptal sevenlerin kavuştuğu şeyler görmek istersiniz. Ama bu filmleri fazla dozda almamak gerekir. Günde en fazla bir tane izlemek makbuldur. Eğer benim gibi üç tanesini ard arda alırsanız beyin ishaline maruz kalırsınız maazallah. Örneklerimizde olduğu gibi "Beta House"u izleyip ne gereksiz filmdi deyip yerinizde durun. Ondan sonra oturup "Blind Dating"i seyredip senaryonun yavanlığına ve Chris Pine'ın Brezilya dizilerinden fırlamış oyunculuğunu görmeyin yoksa kör olursanız. Bu da yetmedi ben daha çok acı çekmek istiyorum diyip "Good Luck Chuck"ta yolunuzu şaşırmayın. Dane Cook gibi bir şeyi hangi zeki filminde başrolde oynatır, Jessica Alba ne zaman üst üste gereksiz filmlerde oynama yemini etmiştir ve bu penguenlerin işi ne, ben kimim gibi bilinmez denklemlerin içine düşersiniz ve şans mans da yanınızda olmaz. Uzun lafın kısası mazoşistliğin lüzumu yok, onun yerine depresif olmaya devam edin çok daha hayrlı olur.

LA MUJER SIN CABEZA


KAFASIZ FİLM

Bilmem dikkatinizi çekti mi; Avrupa filmlerinin dengeyi bulma gibi ufak bir sorunu var. Avrupa'dan ortalama filmler genellikle pek nadir çıkar, ya da bana nadir rast gelir. Avrupa filmleri ya çok iyi filmler olur ve izledikten sonra sizi biraz daha farklı bir insan yapar veya çok kötü filmler olur ve izlediğinize sizi pişman eder. Üstüne benim gibi başladığı filmi mutlaka bitirmesi gereken bir tipseniz vay halinize. "La Mujer Sin Cabeza" işte bu ikinci gruba dahil olan bir film. Klişe tabirle burjuva sınıfına dahil olan bir kadın arabasıyla giderken kaza geçirir. Yolda birşeye çarpar ve neye çarptığına dönüp bakmadan yoluna devam eder. Fakat sonra bu durum peşini bırakmaz. Bir insana mı çarpmış ve onun ölümüne mi sebep olmuştur yoksa bir köpeğe mi. Film bu noktadan hareket ederek bize çok önemli şeyler anlattığını zanneder. Bir yandan insan hafızasının kişiyi belirsizliklere ve çıkmazlara sürüklemesi, diğer taraftan insanlığın ve özellikle burjuvazinin konformist ikiyüzlülüğü, üstüne de şüphenin ruhu kemirmesi. Eğer bol vaktim var ve bu suyu çıkmış meseleleri kendime eziyet ettirerek bir kere daha izlemek isterim diyorsanız bu film tam size göre. Aksi halde arkanıza bakmadan hızlı adımlarla ordan kaçın.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

VİCDAN


RUH VİCDANDAN DAHA ÖNEMLİDİR

"Vicdan" filmini tanımlamak için en uygun kelime ruhsuz olur zannımca. İnanın çok aptal sayılmam ve iyi kötü bir filmin konusunun ne olduğunu anlarım. Fakat bu filmin derdinin ne olduğunu hala çözebilmiş değilim. Kızlar fazla açılıp saçılmasın yoksa onlar sadece eğlenilecek kız olur, evlenecek kız olamaz mı? Yoksa mahalle düğününde kız kıza erotik dans yapmayın aksi halde kafanıza bir şey yersiniz mi? Ya da kocanız sizi aldıttığında diğer kadın size daha tatlı mı gelir? Sevdiğiniz erkek en yakın arkadaşınızla evlenirse ve kocanız sizi en yakın arkadaşınızla aldatırsa sorun değildir, önemli olan arkadaşlığın baki kalması mıdır? Bu durumda iki sonuç ortaya çıkıyor: Ya film çok üstün şeyler anlatıyor ve sizin taş kafanız almıyor veya film hiç bir halt anlatmıyor. Bunu geçersek diğer bir sorun karşımıza çıkıyor: Film ne olmak istediğine karar veremiyor. Bir yandan çok doğulu gibi durarken diğer yandan avrupalı gibi davranıyor. Çok tutkuluymuş gibi görünürken buz gibi yaşıyor. Ve de çok doğalmış gibi bir izlenim çizmeye çalışırken doğallığın özü olan ruhu pas geçiyor. Ortada da ne vicdan kalıyor ne de film.

THE HAPPENING


RÜZGAR BİZİ SÜRÜKLEYECEK

Bir filmi yapmak için en önemli şey güzel bir fikrin ortaya çıkmasıdır. Fakat sadece bir fikir film yapmak için yeterli değildir. Bu fikrin tüm film süresi boyunca izleyiciyi etkilemesi için başka şeylere de gerek vardır. Farz-ı misal iyi bir senaryoya. "The Happening" filmini izleyen herhangi biri künyede yönetmenin adını görmese ilk filmini çeken birinin eseri olduğunu düşünür. Fakat filmi çeken M. Night Shyamalan olunca insan iki kere filmi sevmiyor. Filme bakınca hikaye çok güzel bir yerden başlıyor. Doğa intikamını insanlardan alıyor. Düşman doğa olunca da bu düşmandan kaçmak o kadar kolay olmuyor. Nefes aldığımız hava, esen rüzgar, üstünde yürüdüğümüz yeşillikler... Her yerde bu düşman karşımıza çıkabiliyor. Ama bu iyi fikir filmde bir türlü işlemiyor. Konu sizi ilk on dakikada etkiliyor, sonra da orda duruyor. Bize de geri kalan dakikalarda belki bir kıvılcım yanar diye heves etmek kalıyor. İlk filmini çeken yönetemenler çoğunlukla iyi bir fikir bulunca hemen film çekmeye heveslenirler. Ama içlerinden yetenekli olanları diğer filmlerinde bu çocukça heveslerinden sıyrılmaya başlarlar. Ama iyi kötü bir yeteneği olan ve birçok film çeken Shyamalan neden ters istikamette yön alıyor, inanın çözemedim. Son kredisini de tüketen yönetmenin bir sonraki filminde ne yapacağı inanın hiç ilgimi çekmiyor.