4 Temmuz 2010 Pazar

SALINUI CHUEOK - GWOEMUL - MADEO




SİNEMA HENÜZ ÖLMEDİ veya YAŞASIN JOON - HO BONG

Sinemayı çok sevmeme, onun için ölüp bitmeme rağmen bazı zamanlar da "yeter" dememek için kendimi zor tutuyorum. Birbirinin ucuz taklitleri olan, niye çekildiğini yönetmenin kendisinin bile bilmediği filmleri, başladığı anda nasıl biteceğini hemencecik anladığımız senaryoları, kasap olacakken yönetmen olanları, kendini bile oynayamayacak olan oyuncuları, hep çalınmaktan pörsümüş olan müzikleri, ve de en önemlisi izleyicinin bir ot olduğuna yürekten inanan havayı gördükçe, duydukça ve de hissettikçe çaresiz bir şekilde Sinema sanatının can çekiştiğini, ölümünün yakın olduğunu kabullenmenin zamanı geldiğini düşünürüm. Ama bazen bir şey olur. Kurak toprakta bir fidanın yeşerdiğini görürsünüz. Veya tüm insanların beş para etmez olduğunu söylerken sırtınıza dokunan bir eli hissedersiniz. Ya da çekilmiş milyonlarca filmin, binlerce konunun oluşturduğu labirentin içinde yolunuzu kaybetmişken çıkışı gösteren bir tabelayı farkedersiniz. Tüm herkes size dünya düzdür diye sayıklarken, birinin dünyanın aslında yuvarlak olduğunu söylediğini duyarsınız. Böylece yolunuzu bulur, böylece dünyayı döndürmeye başlarsınız. Tıpkı Joon-ho Bong' un yaptığı gibi. "Salinui chueok" da bir cinayet filmi izlersiniz. Ama sadece bir cinayet filmi izlemezsiniz. Yüzlercesini izlediğiniz cinayet filminde olduğu gibi katili bulacağınızı düşünürsünüz. İyi adamların da bu sefer kazanacağını düşünürsünüz. İnsanların sadece iyi ve kötü diye ikiye ayrıldığını düşünürsünüz. İyi adamların hep iyi davrandığını, kötülerinse hep kötü olduğunu düşünürsünüz. Ama sadece düşündüğünüzle kalırsınız. Ama film bitince bundan pişman olmazsınız. Çünkü yenilseniz bile sizden daha iyi, saygı duyduğunuz ve size saygı duyan bir rakibe yenilmişsinizdir. Veya "Gwoemul"u izlerken bir filmin sadece belli bir türe göre sınıflandırılmasının ne kadar saçma olduğunu öğrenirsiniz. Bir filmin, bir yaratık filmi olurken aynı zaman aksiyon filmi de, komedi filmi de, politik film de, gerilim filmi de, aile filmi de olabileceğini gözlerinizle görür ve bu zamana kadar söylenenlerin yalan olduğunu ispatlayan bu adamın ellerinden ve gözlerinden öpmek istersiniz. "Madeo" yu da izlerken tüm bunların yanı sıra annelik denen meretin sınır tanımadığını, bazen unutmanın tek çare olduğunu ve masumiyet denen şeyin o kadar da masum olmadığını ağzınız beş karış açık görürsünüz. Ama herşeyden önemlisi Sinemanın kalbinin Joon-ho Bong gibiler oldukça hep atacağını gözünüzde yaşlar, içinizde tatlı bir coşkun huzurla duyumsarsınız.

19 Nisan 2010 Pazartesi

11' E 10 KALA- EYYVAH EYVAH- NEŞELİ HAYAT




SAHİCİ HER ŞEYİN ASIL RENGİ

Sinema aleminde kıl olduğum en büyük kelime öbeklerinden biri "Ülke Sineması" tabiridir. Çünkü sanat ve de pek tabii ki sinema şahsi bir meseledir. Bir yönetmenin hayali başka bir yönetmeninkine benzemez, bir senaristin kaleminden çıkan başka bir senaristin yazdıklarına benzemez, bir oyuncunun bakışı başka yaralar, diğerinin başka sarar. Bana göre sadece "Sinema" vardır. O "Sinema" herkesin kendisne zimmetlidir. Ama bu değişmez fikrimi belirttikten sonra, bir gerçeği de belirtmem gerekir. Bir ülkede yaşayan insanlar ister istemez birbirinden etkilenir, aynı ekmeği yer, aynı havayı solur, aynı şeye güler ve ağlar. Benzer huylara ve tavırlara sahip olur. Bunu sinemada da görürüz. Amerika sineması çoğunlukla hep güçlüdür, dünyanın efendisidir; en kendini suçluyan durumda bile içten içe kendini haklı görür. Fransa sineması üzerinde hep bir küstahlıkla karışık bir asilzadelik varmış gibi ortalarda dolanır. İran sineması ise doğunun güzelliğini ve baskının kelepçeleri arasında yolunu bulan bilge bir şair gibidir. Ama Türkiye sinemasına söz gelince söyleyecek kelime açıkçası bulamıyorum. Belki de, bu ülkenin bir parçası olmamdan sebep aynayı insan kendine pek tutamıyor. Bakarsanız sinemamızın bir tarafı hep özenti, hep taklit; diğer tarafı ise kendi şahsına münhasır, kimseye benzemez. Pusula kuzeyi gösterirken bir bakarsınız ibre güneyi hedef almış. Ama ülke sinemamızın günümüz kalburüstü örneklerine bakarsak - veya bahsi geçecek olan üç filme - hepsinin ulaşmaya çalıştığı ortak payda sahiciliktir bana göre. Örneğin "Neşeli Hayat" ta kahramanımız Rıza ve eşrafının yılbaşıdır, Christmasdır, ne bileyim cingıl ol dı veydırla pek bir münasebetleri yoktur. Ama iş başa düşünce de, ondan iyi Noel Baba da olabilir. Kulağa absürd ve şaka gelebilir. Ama söz konusu bu topraklar olunca şakalar sahi olur ve biz de bunu hiç garipsemeyiz. Tıpkı "Eyyvah Eyvah" da saf ama saftrik olmayan Trakyalı Hüseyin'in ve fevkaladenin fevkinde olan Firuzan'ın ruhlarının bana sahte gelmediği, tüm uçukluklarına rağmen gerçek samimiyetlerine gölge düşürmedikleri gibi. Ya da diğer iki filme göre daha az popüler olma özelliğine sahip olan "11'e 10 Kala" da Mithat Bey, Kapıcı Ali ve diğer apartman sakinlerinin belki üst katımızda veya alışveriş yaptığımız markette, yürüdüğümüz yollarda her zaman karşımıza çıkabilecek olan, hem iyi hem kötü olan ve olmayan insanların sahiciliklerine büyük bir huzurla başımızın üzerinde buyur ederiz.

23 Mart 2010 Salı

BRIEF INTERVIEWS WITH HIDEOUS MEN - LIMITS OF CONTROL



BAZEN TUTSAK OLMAK DAHA İYİDİR

Her zaman özgürlüğü ve kişisel bağımsızlığı savunmaya çalışan biri olarak açıkçası bazen şüpheye düşmüyorum değil. Acaba sistemin evlatları olarak kurulu düzenin konformizmine esir olduğumdan dolayı mı böyle muallaka düşüyorum yoksa yeni çağda bağımsızlığın tanımı değişip yerini anlaşılamamazlık aldı. Ne kadar özgürsen o kadar anlaşılamaz mısın yoksa anlaşılamaz olduğundan dolayı bağımsızlıktan başka takılabileceğin bir kulp bulamadığındandır. Veya biz çok tutsak olduğumuzdan dolayı bağımsızları anlayacak gücü artık kayıp mı ettik. Niye böyle saçmaladım derseniz söyleyeyim, "Brief Interviews with Hideous Men" ve "Limits of Control" bağımsız filmlerini izledim ve hiç bi b.k anlamadım. Ve de anlayamayacağım. Bu sebepten BU BAĞIMSIZLAR ÜZERİNE HİÇBİR ZAMAN ZIRVALAYAMAYACAĞIM. Lütfen aranızda bağımsızlar varsa şu garip esirinize bir gün bunları açıklasın. Çünkü bu tutsak için anlamak bağımsızlıktan daha önce geliyor.

7 Mart 2010 Pazar

THE LOVELY BONES - GÖLGESİZLER



SEN EN GÜZEL DUYGULARIN KATİLİSİN

Sinema sanatının en çok sevdiğim özelliği diğer sanat dallarından beslenmesi ve fakat sonuçta hiçbirine benzememesi olmuştur. Sinema edebiyattan beslenir ama edebiyat değildir; müzikle haşır neşirdir ama müzik değildir; resmin, fotoğrafın vizyonundan bakar ama bunlar da değildir. Sinema kelimenin tam hakkıyla "sui generis" dir. İki rengin karışmasından oluşan farklı bir renktir. Bu diğer sanat dalları ile olan ilişki bazen doğrudan olur. "Lovely Bones" ve "Gölgesizler" de olduğu gibi sinema bir kitabı kendine rehber edenir ve ondan başka bir form olarak fışkırmaya çalışır. Kimi zaman bunu başarır, çoğu zaman ise saydığım bu iki film gibi eline yüzüne bulaştırır.
Lovely Bones' ın kitabını okumamış biri olarak cesurca ve küstahça şunu söyleyebilirim ki kitabı filmden çook daha iyidir. Çünkü iyi sanat eserinin garip bir büyüsü vardır. Görmesen de, duymasan da, okumasan da iyi eserin o efsununu hissesdersin. Kötü filmi ise izlediğinde hemencik anlarsın. Lovely Bones filmi açıkçası kötü bir film, fakat onu asıl suçlu yapan iyi olduğu her halinden belli olan, filmin her saniyesinde size hissettiren iyi bir kitabın hakkını verememiş, ona ihanet etmiş olmasıdır. Her karesinde o büyüklüğün bir volkan gibi patlayacağını bekleyip sonunda hüsrana uğramak bir izleyiciye edilen en büyük küfürdür.
Gölgesizler filmine gelirsek ise; kitabını okumuş ve hipnozundan kurtulamamış biri olarak filme söyleyeceğim tek laf Yazıklar Olsun' dur. Kaybedeceğini bile bile bir mücadeleye girişmek bazılarına göre kahramanlık olabilir ama bu durumda benim için sadece koca bir ahmaklıktır. Hasan Ali Toptaş'ın yarattığı o düşsel atmosferi David Lynch ve Andrei Tarkovsky gelse bile başaramazken kendisinin başarabileceğine inanmak, değil düş, kabus bile olamamaktır. Bu olsa olsa gidip mezarlığa işemekten farksız değildir. Ayrıca herşeyin doğru zamanda, doğru yerde ve doğru oranda kullanıldığı bir öyküyü alıp bu doğruları yanlış bir şekle sokmak sinema değil hilkat garibesidir.
Yukarıda dediğim gibi sinema diğer sanatlardan doğan yeni bir sanattır; bu yüzden filmler kitaplardan uyarlansa da kitaptan ayrı değerlendirmek gerekir demek bana da mantıklı gelir. Lakin, iyi bir kitaptan kötü bir film kadavrası çıkarsa bu mantık benim için bile işlemez. Söz konusu olan çok sevdiğim sinema olsa bile...

2 Şubat 2010 Salı

UP IN THE AIR - THE HURT LOCKER



PARDON AMA BİRŞEY Mİ KAÇIRDIM?

İtiraf Zamanı: Bu blogu yazarken kendime sadece bir ilke belirledim. Sadece izlediğim filmler ve onların içeriği hakkında zırvalayacaktım. Ama şu anda iradesizliğimin kurbanı olup bu ilkeden sapıyorum. Çünkü az önce aldığım bir habere göre "The Hurt Locker" ve "Up in the Air" birçok dalda Oscar'a aday olmuştur. Bu zamana kadar zaten zor durdum ama benden pes. Burda da ağzımı açmazsam bir daha hiç konuşamam, bu da hiç iyi olmaz, sinirimden kudurur patlarım. Kabul ediyorum bu sene ödül sezonu için çok kötü bir yıldı. Ortada çok iyi denebilecek film hiç yoktu ve bu yüzden adamlar ellerindekiyle idare etmek zorundalar. Tamam bunu anlarım da bu kadarını değil. Allah'ını seven bana anlatsın, "The Hurt Locker" neyi anlatıyordu, amacı neydi, neyi bu kadar iyiydi de benim o zeytin karası gözlerim göremedi. Onlarca çekilen savaş belgeseli Oscar'a aday olamazken bu filmin sırrı neydi de her halta bunu aday gösteriyorlar. Peki gerçekten adını sonun kadar hakeden " Up in the Air" neyin nesi kuzum. Bu kadar gerçekten uzak, ayakları yerden kesik, gerçekle bağlantısını sonsuza kadar koparmış bu şey nasıl bu kadar övülür. 20 yıllık işinden kovulursan üzülme, unuttun mu sen bi de aşçılık eğitimi almıştın. Git paşa paşa aşçı ol. Bak seni iyi ki kovmuşuz yoksa hayallerini gerçekleştiremizdin. Oldu canım teşekkür mahiyetinde size ihbar ve kıdem tazminatımı da vereyim. Ya da kovulman sonucunda kiranı, faturalarını ödemeyebilir ve sevdiklerinin yüzüne bakamayabilirsin ama ne önemi var ki kuzum, sevdiklerin yanında ya gerisi hava cıva. Bu kadar kapitalizme ve iyimserliğe de yuh yani. Size de, ödülünüze de....

FUNNY PEOPLE - ZACK AND MIRI MAKE A PORNO



İŞTE BUNU SEVİYORUM

Uzun zamandır film izleyen ve filmleri seven bir birey olarak itiraf etmeliyim ki sinema konusunda maalesef çok katı kurallarım oluşamadı henüz. Sizin ve sinefil ahalisinin çok sevdiği bazı filmlerin bir kısmından açıkçası benim imanım gevrer. Mesela Ingmar Bergman çoğu aşmış izleyici için en yüksek mertebelerdedir. Ama benim için çoğu zaman pek bir anlam ifade etmez. Ya da mesela çoğu izleyici ""Scary Movie" serisinin adını duyunca fenalıklar geçirir. Ama benim için onlar candır, canandır. Bu durumda siz mi suçlu oluyorsunuz; hayır. Peki ben masum muyum; evet. Çünkü gönüldür bu Bergman'a da konar Scary'ye de. Konumuza dönersek, " ZAMMAP" çoğu insana göre öylesine bir filmdir. Ama bana göre o sevilen bir filmdir. Ağzımdan girip bir yerimden çıksanız değişiklik olmaz. Çünkü sevmişimdir bir kere. Şişman ve komik erkek- güzel ve sevimli kız aşkının gerçek hayatta gerçekleşmesi ne kadar muallakta olsa da bu filmde hiç sırıtmaması, porno gibi tükaka bir konuyu edeplice kendine malzeme edebilmesi, popüler filmlerden ilham alarak yaratılan porno film isimlerinin uçukluğu, önce aşk sonra seks denklemini tersine işlemesi, insanın çıplakken duydular konusunda da savunmasız kalabileceği gibi sebeplerle bu filmi sevdiğimi söyleyebilirim. Ya da söylemeyebilirim. Çünkü sevdiğim için sevmişimdir, o kadar.
"Funny People" a gelirsek bu filmi de sevdiğim için sevdim. Fakat bu filmle ilgili değinmem gereken başka bir konu var. Dikkat edersiniz son 1 yıl içinde ülkemizde vizyona giren komedi filmlerinin % 95 inde şöyle bir mantık var: Komedi filmi yapıyorsak rezalet olmalı. Üstüne de komik olmamalı. Allah rızası için o çevreden tanıdığınız varsa uyarın ve onları bu gaflet ve delaletten kurtarın. Eğer kafaları almazsa da "Funny People" ı izletin. Çünkü filmimiz hem çok komik hem de çok iyi. Bir film eğer süresi boyunca ölüm, yaşam, şöhret, arkadaşlık, geçmiş, aile, ustalık, çıraklık, aşk konularının hepsine eline yüzüne bulaştırmadan gereği kadar değinebiliyorsa ve güldürebiliyorsa o benim gözümde olmuştur. Darısı bizim çok komik adamların başına.

12 Ocak 2010 Salı

ZELIG - WHATEVER WORKS - SWEET AND LOWDOWN - THE PURPLE ROSE OF CAIRO






WOODY HAKKINDA BİR KAÇ ŞEY

Sanatçılar bilirsiniz hep yıldızlara benzetilir. Bu bir klişe olsa da gerçektir. Ne de olsa klişeyi ortaya çıkaran gerçekliğidir. Yıldızlar gibi uzaktırlar, yıldızlar gibi parlaktırlar ve yıldızlar gibi soğukturlar. Sanatçıların yıldızlar gibi görülmesi biz hayranlar için de hayırlıdır. Eğer sanatçıları daha yakından tanıyabilseydik o yıldız ışığının sadece bir göz yanılması olduğunu ve yıldızlığa dair olarak sadece kraterlerin açtığı büyük boşlukların gerçek olduğunu acı bir şekilde öğrenmiş olurduk. Bu acı da bizim kalbimize sanırım pek iyi gelmezdi.
Bu hep uzaktan sevilmesi gereken sanatçılardan biri ve en önemlisi bana göre Woody Allen'dır. Woody iyi bir yönetmendir. Bir komedi dehasına da sahiptir, bir Bergman estetiğine de. Ondan iyi New Yorklu yoktur, ama İngiliz kraliyet giysisini giymesi de bir o kadar kolaydır. 1940lı yıllarda da cirit atabileceği gibi günümüzde de yaşamını idare edebilir. Kısacası tıpkı filmindeki karakter gibi bir bukalemundur. Fakat yaraları, kusurları olan bir bukalemundur. İstediği her şekle girebilse bile değiştirmeyeceği tek bir şey vardır. O da kendine has kusurlarıdır. Bazen günümzde yaşayan biri olarak tezahür eder bu bukalemun. Herşeyi kendine dert eden, herşeyle belasını arayan, esasında ise tek derdi kendisi olan bir New Yorklu olup çıkar. İlk başta herşeye kapılarını kapatmış gibi görünse de yaşadıklarıyla ve karşılaştığı insanlarla değişebileceğini bize gösteren bir huysuz olduğunu bize bir kez daha hatırlatır. Kimi zaman da müziklerden jazz olduğunu bize salına salına anlatır. Yüksek tabaka insanlarla değil, kendisi gibi kusurlu yaratıklarla işinin olduğunu jazz müziği ritminin yumuşaklığı ve şaşırtıcılığıyla bizlere fısıldar. Hep ikinci adam olacağını bilmesine rağmen bu kaderini bir gün yenebilme umuduyla kendini yiyip bitiren yumuşak bir insanın beklenmez davranışlarını bize gösterip durur. Veya aşklarını bize anlatır. Filmlere olan aşkını, oyunculara olan aşkını, gerçek olmasını herşeyden çok istediği masalları bize anlatır. Ama masalların gerçek gibi görünebileceği zamanlarda bile hiç gerçek olmayacağını içi kan ağlasa da kabul eder. Lakin, masalların kendisini böyle yüzüstü bırakacağını bilse de onların peşinden koşmayı bırakmaz. Çünkü yalandan da olsa onu gerçek hayattan uzaklaştıran bir limana sığınma ihtiyacını hep hisseder.
Kusur demişken en büyük kusuru kendisinin kendi olduğu için başkalarınca sevilmeyeceğini sanmasıdır. Bu yüzden de kendisi değil de başkaları olmaya çalışır. Fakat eninde sonunda anlarız ki, bizi sevilir kılan biraz da kusurlarımızdır. O yüzden yaralarımızdan utanmanın hiçbir manası yoktur. Belki yıldız olmak güzeldir, ama önemli olan sanatçı olmaktır. Sanatçı olmak için kusurlarımıza ve kendimiz olmamıza ihtiyaç vardır. Hem ünlü düşünür boşuna söylememiştir değil mi "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diye...

1 Ocak 2010 Cuma

TAKING WOODSTOCK - ACROSS THE UNIVERSE




İŞTE ÖZGÜR DÜNYA

Filmleri neden seversiniz? İyi bir hikaye anlattığı için mi, sevdiğniz oyuncuları görebilmek için mi, ya da sinema teknolojisinin ulaştığı son noktanın ürünleri olan efektleri doyumsuzca izlemek için mi? Bunların hepsi makul sebepler. Ama benim için en büyük ve ilk sebep değil. Ben filmleri çok severim çünkü çoğu zaman kendim olmaktan sıkılırım. Başka bedenlerde, başka zamanlarda, başka diyarlarda var olmak isterim. Süper güçlerim de maalesef olmadığından biraz sihire ve yanılsamaya ihtiyaç duyarım. Bu ihtiyacı sağlayan tek şey ise bu dünyada sanattır. Sanat dalları içinde de sinema benim bu düşlerimi gerçekleştiren en önemli araçtır. Ama unutmamak gerekir ki her film bunun için uygun değildir. Eğer atmosfer denen katmanı bir film oluşturabilmişse o zaman başka hayatların merkezine doğru seyahat etmeye hazırım demektir.
Örnek mi istiyorsunuz; alın size "Taking Woodstock" ve "Across The Universe". Biri efsanevi Woodstock konserinin tam ortasına bizi atan, diğeri çiçek çocukların tomurcuklarının Beatles şarkıları eşliğinde patlamaya başladığı zamanlara bizi ışınlayan iki film. Savaşların ortasında, kendini bulma labirentlerinin karmaşık dönemeçlerinde, bir kaşif misali aşkı, hayatı, ölümü, özgürlüğü, müziği, dünyayı, kendini, karşındakini keşfetmeye ve bulmaya çalışan ruhların masalını bize fısıldayan iki kocaman düş. Düşlerde insan özgür olur. Çünkü o bölüm sadece size aittir ve oranın tek efendisi sizsinizdir. Ya da eğer imkanınız olsaydı Woodstock'da. Çamurlarda kayarken, üstünüzdeki tüm kıyafetleri çıkarırken, asit deryalarına akarken, rock 'n' roll la özgür olurdunuz. Veya sonsuz çilek tarlalarında, gökyüzündeki elmaslı kızı izleyip, aklınızdan tek ihtiyacınızın aşk olduğunu hiç çıkarmayarak özgürküğün sonsuz yollarında koşabilirsiniz. Bunları da yapamıyorsanız oturup film izleyin. Yeter ki siz tutsak olmaktan vazgeçin. Bir acil çıkış kapısı her zaman vardır.