12 Ocak 2010 Salı

ZELIG - WHATEVER WORKS - SWEET AND LOWDOWN - THE PURPLE ROSE OF CAIRO






WOODY HAKKINDA BİR KAÇ ŞEY

Sanatçılar bilirsiniz hep yıldızlara benzetilir. Bu bir klişe olsa da gerçektir. Ne de olsa klişeyi ortaya çıkaran gerçekliğidir. Yıldızlar gibi uzaktırlar, yıldızlar gibi parlaktırlar ve yıldızlar gibi soğukturlar. Sanatçıların yıldızlar gibi görülmesi biz hayranlar için de hayırlıdır. Eğer sanatçıları daha yakından tanıyabilseydik o yıldız ışığının sadece bir göz yanılması olduğunu ve yıldızlığa dair olarak sadece kraterlerin açtığı büyük boşlukların gerçek olduğunu acı bir şekilde öğrenmiş olurduk. Bu acı da bizim kalbimize sanırım pek iyi gelmezdi.
Bu hep uzaktan sevilmesi gereken sanatçılardan biri ve en önemlisi bana göre Woody Allen'dır. Woody iyi bir yönetmendir. Bir komedi dehasına da sahiptir, bir Bergman estetiğine de. Ondan iyi New Yorklu yoktur, ama İngiliz kraliyet giysisini giymesi de bir o kadar kolaydır. 1940lı yıllarda da cirit atabileceği gibi günümüzde de yaşamını idare edebilir. Kısacası tıpkı filmindeki karakter gibi bir bukalemundur. Fakat yaraları, kusurları olan bir bukalemundur. İstediği her şekle girebilse bile değiştirmeyeceği tek bir şey vardır. O da kendine has kusurlarıdır. Bazen günümzde yaşayan biri olarak tezahür eder bu bukalemun. Herşeyi kendine dert eden, herşeyle belasını arayan, esasında ise tek derdi kendisi olan bir New Yorklu olup çıkar. İlk başta herşeye kapılarını kapatmış gibi görünse de yaşadıklarıyla ve karşılaştığı insanlarla değişebileceğini bize gösteren bir huysuz olduğunu bize bir kez daha hatırlatır. Kimi zaman da müziklerden jazz olduğunu bize salına salına anlatır. Yüksek tabaka insanlarla değil, kendisi gibi kusurlu yaratıklarla işinin olduğunu jazz müziği ritminin yumuşaklığı ve şaşırtıcılığıyla bizlere fısıldar. Hep ikinci adam olacağını bilmesine rağmen bu kaderini bir gün yenebilme umuduyla kendini yiyip bitiren yumuşak bir insanın beklenmez davranışlarını bize gösterip durur. Veya aşklarını bize anlatır. Filmlere olan aşkını, oyunculara olan aşkını, gerçek olmasını herşeyden çok istediği masalları bize anlatır. Ama masalların gerçek gibi görünebileceği zamanlarda bile hiç gerçek olmayacağını içi kan ağlasa da kabul eder. Lakin, masalların kendisini böyle yüzüstü bırakacağını bilse de onların peşinden koşmayı bırakmaz. Çünkü yalandan da olsa onu gerçek hayattan uzaklaştıran bir limana sığınma ihtiyacını hep hisseder.
Kusur demişken en büyük kusuru kendisinin kendi olduğu için başkalarınca sevilmeyeceğini sanmasıdır. Bu yüzden de kendisi değil de başkaları olmaya çalışır. Fakat eninde sonunda anlarız ki, bizi sevilir kılan biraz da kusurlarımızdır. O yüzden yaralarımızdan utanmanın hiçbir manası yoktur. Belki yıldız olmak güzeldir, ama önemli olan sanatçı olmaktır. Sanatçı olmak için kusurlarımıza ve kendimiz olmamıza ihtiyaç vardır. Hem ünlü düşünür boşuna söylememiştir değil mi "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diye...

1 Ocak 2010 Cuma

TAKING WOODSTOCK - ACROSS THE UNIVERSE




İŞTE ÖZGÜR DÜNYA

Filmleri neden seversiniz? İyi bir hikaye anlattığı için mi, sevdiğniz oyuncuları görebilmek için mi, ya da sinema teknolojisinin ulaştığı son noktanın ürünleri olan efektleri doyumsuzca izlemek için mi? Bunların hepsi makul sebepler. Ama benim için en büyük ve ilk sebep değil. Ben filmleri çok severim çünkü çoğu zaman kendim olmaktan sıkılırım. Başka bedenlerde, başka zamanlarda, başka diyarlarda var olmak isterim. Süper güçlerim de maalesef olmadığından biraz sihire ve yanılsamaya ihtiyaç duyarım. Bu ihtiyacı sağlayan tek şey ise bu dünyada sanattır. Sanat dalları içinde de sinema benim bu düşlerimi gerçekleştiren en önemli araçtır. Ama unutmamak gerekir ki her film bunun için uygun değildir. Eğer atmosfer denen katmanı bir film oluşturabilmişse o zaman başka hayatların merkezine doğru seyahat etmeye hazırım demektir.
Örnek mi istiyorsunuz; alın size "Taking Woodstock" ve "Across The Universe". Biri efsanevi Woodstock konserinin tam ortasına bizi atan, diğeri çiçek çocukların tomurcuklarının Beatles şarkıları eşliğinde patlamaya başladığı zamanlara bizi ışınlayan iki film. Savaşların ortasında, kendini bulma labirentlerinin karmaşık dönemeçlerinde, bir kaşif misali aşkı, hayatı, ölümü, özgürlüğü, müziği, dünyayı, kendini, karşındakini keşfetmeye ve bulmaya çalışan ruhların masalını bize fısıldayan iki kocaman düş. Düşlerde insan özgür olur. Çünkü o bölüm sadece size aittir ve oranın tek efendisi sizsinizdir. Ya da eğer imkanınız olsaydı Woodstock'da. Çamurlarda kayarken, üstünüzdeki tüm kıyafetleri çıkarırken, asit deryalarına akarken, rock 'n' roll la özgür olurdunuz. Veya sonsuz çilek tarlalarında, gökyüzündeki elmaslı kızı izleyip, aklınızdan tek ihtiyacınızın aşk olduğunu hiç çıkarmayarak özgürküğün sonsuz yollarında koşabilirsiniz. Bunları da yapamıyorsanız oturup film izleyin. Yeter ki siz tutsak olmaktan vazgeçin. Bir acil çıkış kapısı her zaman vardır.