31 Ekim 2009 Cumartesi

DEATH AND THE MAIDEN


BU KALP SENİ UNUTUR MU?

Yağmurlu bir gecede bir adam şans eseri evinize gelir. Ama gelirken yalnız gelmez; yanında hiçbir zaman unutmadığınız ve unutmayacağınız acılarla ve hatıralar vardır. Böylece, kaderin bu sefer oyunu sizden yana oynadığını düşünürsünüz. Fakat gerçekten bu adam o adam mıdır? Yoksa yaşadığınız acıların bir patlaması olarak yanlış kişiyi mi suçlamaktasınızdır? "Death and The Maiden" adsız bir üçüncü dünya ülkesinde geçen, yıllar önce çeşitli sistematik işkenceleri yaşayan bir kadının işkencecisi olduğunu iddia ettiği doktorla hesaplaşmasını, bir gecede olup biten bir karşılaşmayı anlatan bir dram. Bir yandan filmle suçlunun kim olduğunu çözmeye çalışırken, bir yandan da işkencenin aslında bedenen değil de ruhen yapılan bir günah olduğunu, işkence görenin hiçbir zaman düzelmeyeceğini, hiçbir zaman bir erkek çocuk sahibi olamayacağını, bir sanat eserini asla eskisi gibi dinleyemeyeceğini dilsiz bir şekilde izliyoruz. Aynı şekilde, gündüz müzik eşliğinde işkence ve tecavüz edenin, akşam iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi biri taklidi yapabileceğini görüp, insan ırkının en düşük tür olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ve de, yaşanan acıların telafisi olmasa da işlenen günahların er geç itiraf edilmesi gerektiğini bir kez daha anlıyoruz.

İKİ DİL BİR BAVUL


ORA'DA BİR KÖY VAR UZAKTA

Babil efsanesine göre, bir zamanlar insanlar tek bir dil konuşurlarmış. Ve aynı dili konuşan bu insanlar, Tanrı'ya kafa tutmak ve onun mertebesine erişmek için göğe kadar yükselen bir kule inşa etmeye başlamışlar. Bunun üzerine Tanrı bu işe çok öfkelenmiş ve yapılan bu kuleyi bir daha hiç yapılmamak üzere yerle bir etmiş. İnsanların bir daha böyle bir işe cüret etmemesi ve birbirilerini hiç anlamaması için de dünya üzerindeki dilleri ortaya çıkarmış. O günden bugüne de insanlar birbirini hiçbir zaman anlayamamış. Fakat kendinden hep iyi şeyler gelmesini beklediğimiz Tanrı niye böyle birşey yapmış? Eğer bir insan kendini anlatmak için, anlaşmak için ve anlaşılmak için en büyük silahı olan dilden yoksunsa o zaman elinden ne gelir?
Yukarıda sorduğum bu sorular "İki Dil Bir Bavul"u izlerken aklıma geldi ve cevaplarını galiba uzun bir zaman hiç bulamayacağım. Filmi izlerken gördüğüm ve anladığım iki şey vardı. Birincisi bu coğrafyada yaşayan herkes masum. Şehrinden ülkesindeki başka bir yer olan ama bura değil de ora sayılana giden Emre öğretmen, kötülükten ve hayattan nasibini halen almamış Zilkif de, sen de, ben de hepimiz masumuz. İkincisi ise hepimiz suçluyuz. Sen de ben de... Emre öğretmeni bu çıkmaza soktuğumuz için, Zilkif' e bu sefaleti yaşattığımız için. Aslında "gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür." diye söylenenin aslında bir masal olduğunu bilmediğimiz için.
Bunun dışında bazı filmlerin aslında bir hekim vazifesini üstlenebileceğini; önemli olanın yaraya basıp daha da kanatmak değil, yaradaki iltihabı temizlemek ve onu merhemle sarmak olduğunu gördüm. Filmlerin dünyayı değiştiremeyeceğini, insanların dünyayı değiştirebileceğini; fakat filmlerin insanları değiştirebileceğini gördüm. Ve de istersek tek bir dili oluşturabileceğimizi, kuleyi yeniden inşa edilebileceğimizi ve bu sefer Tanrı'nın insanların yanında olabileceğini gördüm.

25 Ekim 2009 Pazar

UP


İSTİKBAL GÖKLERDEDİR

Gwyneth Paltrow bir keresinde bir röportajında kendi filmi bile olsa süresi uzun filmleri sinemada izlemeyi sevmediğini ve 2 saaten uzun filmlerin kendisini daralttığı türünde bir cümle gevelemişti ağzında. Tıpkı yaptığı yanlış film tercihleri gibi bu konuda da kendisiyle pek uzlaşamıyoruz. Ben tam tersine, süresi 2 saatten az olan filmleri sinemada izlemeye tenezzül etmem. Diğer türlü, kendimi kazıklanmış gibi hissederim. Sinema salonu denen o karanlık cennette ne kadar vakit geçirirsem benim için o kadar iyidir. Sırf bu yüzden 3 film birden sinemalarının desteklenmesi taraftarı bile olmuşumdur. Yalnız süresi uzun diye de her filmi severim gibi bir sonuç da çıksın istemem. Çünkü bir film kötüyse süresinin uzunluğu ters etki yapar ve önemli olan boyu değil işlevidir diye sayıklamaya başlarsınız. Bunları niçin mi anlatıyorum; " Up " filmine gelebilmek için tabii ki. Filmi izlemeden önce süresinin 90 dakika olması açıkçası canımı birazcık sıkmıştı; ne de olsa söz konusu olan bir Pixar animasyonu ve Pixar söz konusu olunca size saatler az gelir. Bu hislerle filmi izledikten sonra farkettim ki aslında süre bazen o kadar da önemli olmayabilir. Eğer bir film ne yaptığının farkındaysa ve size az gibi gözüken sürede kusursuz bir şekilde bunu başarıyorsa diyecek hiçbir sözünüz kalmıyor. Nasıl ki bir yemeğin zevkini çıkarmanın belli bir süresi varsa ve saatler boyu yemek yemek bir zevk değil de bir işkence ise, " Up " bu durumda zevkini son kertesine kadar yaşadığınız ve tadını asla unutamayacağınız o muhteşem yemek oluyor. 90 dakikayı geçin, filmde yaklaşık 4 dakikayı bulan bir aşk ve yaşam hikayesi bölümü var ki, o 4 dakika size bir ömür süresinden bile çok değerli olabiliyor. Bu sebepten dolayı bile, günümüzde meramını filmlerinde anlatmayı beceremeyen sinemacılara ders niyetine izletilmesi gereken bir film olup çıkıyor.
Süre bahsini geçersek, " Up " gerçekten kusursuz bir film. Kusursuzluğunun sebebiyse nerede ne yapması gerektiğini çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor. Güldürmesi gereken yerde güldürüyor, duygulandırması gereken yerde kalbi tam ortasından vuruyor. Ek olarak filmlerdeki huysuz ihtiyar, yaramaz bücür ve konuşan hayvan tiplemelerinden ölesiye nefret eden beni bile döndürebiliyor ve bu karakterlere deli divane olmamı sağlayabiliyorsa, üstüne de filmden önce size başlangıç niyetine kısa bir animasyon harikası da sunuyorsa, bu film karşısında; zafer nidaları eşliğinde şapkamı yukarılara fırlatmaktan başka bir seçenek bana kalmıyor.

LA CIOCIARA - KLUTE - LA MARIEE ETAIT EN NOIR




SİNEMA KADIN İÇİN VARDIR

Filmleri sevmek için bir sürü sebebimiz vardır. Bazen konusu hoşumuza gider, bazen yarattığı atmosfer, bazen de filmde çalınan bir şarkı... Ama benim için değişmez bir kural vardır. Bir filmde eğer kadın yoksa o film ömür billah kapımdan içeri giremez. Bundan sebeptir ki western türü filmlere hep uzak kalmışımdır. Ortalıkta kadın karakter yoksa ve onun yerine erkekler ve atlar cirit atıyorsa ben ne yapayım o filmi. Sinema bir sanat dalıysa ve sanatta en önemli dertlerden biri estetikse, sorarım size, bu estetiği kadın mı sağlar yoksa erkek mi ? Kadın dediysem de yanlış anlasılmasın; istediğim dolgun göğüsler, sütun gibi bacaklar değildir (onlar da olsa iyi olur ama). Malumunuz kadın var kadıncık var. Benim bahsettiğim kadın gibi kadınlardır. İyi- kötü, güzel- çirkin olmaları farketmez. Çünkü gerçek bir kadının sizi ömrünüz boyunca avuçları arasında tutması için bunlara gerek yoktur. Bu kadın nehirden çıkan ve toplu sayılabilecek bir Neriman Köksal olur, bazen sizi sırtınızı döndüğünüz anda gözünü kırpmadan hançerleyebilen Suzan Avcı ya da " Daha önce rastlaşacaktık." diyen bir Türkan Şoray olur.
Kadının adı olmadığı gibi milliyeti de olmaz. " La Ciociara " da kızını savaştan kurtarmak için yollara düşen bir İtalyan dilber olur; " Klute " da bir anda kendini bir cinayet planının tam ortasında, daha önce hissetmediği duyguların karşısında, bir yandan sevilmek diğer yandan nefret edilmek isteyen bir Amerikalı fahişe olur; " La Mariée était En Noir " da nikah günü kocasını sebepsiz yere öldürenlerin peşini intikam amacıyla bırakmayan, bir an olsun soğukkanlılığını kaybetmeyen ve her düşmanı için ayrı sürprizler hazırlayan, sarı yerine kara rengini tercih eden bir Fransız dulu olur. Lafın özü, hepimize göre bir kadın vardır. Siz yeter ki kapınızı açık bırakın.