21 Aralık 2009 Pazartesi

BRÜNO


VAY ANASINI SAYIN SEYİRCİLER !

"Brüno" filmini izlediğimde dilimize yeni bir kelime eklemenin zamanı geldiğine karar verdim: Şokırdamak. Çünkü bu filmi izlerken yaşadığınız hezeyanı karşılayacak kelime benim engin kelime hazinemde ne yazık ki bulunmuyor. Bir yandan gördüğünüz sahneler karşısında şoktan şoka girerken diğer yandan kıkırdayıp durmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Bu iki hissi film boyunca hep bir arada yaşayınca da elinizden hiçbir şey gelmiyor. Brüno gecenin köründe çırılçıplak adamların çadırına girince, veya bir parlamento üyesiyle seks kasedi çekmeye çalışınca, veya sinirli kalabalığın tam ortasında bir adamla sevişmeye başlayınca ikiye bölünüyorsunuz ve bir yandan şok geçirirken diğer yandan kikirdemekten şekile şekile giriyorsunuz.
Ek olarak belirtmem gerekir ki Brüno çooookkk komik bir film olabilir ama bir seçim yapmam gerekseydi filmi korku türüne dahil ederdim. Çünkü filmi boyunca verdiğim tepkiler, 10 yaşında Elm Sokağında Kabus'u izlerkenki gösterdiğim tepkilerin birebir aynısıydı. Bir yandan korkudan elimle gözlerimi kaparken, diğer yandan ise tüm o korkuma rağmen yine de görmek istememden sebep parmak aralarımdan filmi izlemeye devam ettim. Ve bu duyguyu bir korku filminden başka ne sağlar ki, söyleyin. Bir komedi filmi mi, hı?
Son olaraksa eğer Oyunculuk=Cesaret ise günümüzün en iyi oyuncusu kesinlikle Sacha Baron Cohen'dir. İnanın benim gibi paragöz birine bile adamın aldığı parayı al, aynı şeyleri yap deseydiniz söyleyeceğim tek şey S..... git!!!! olurdu. Bazıları rol gereği bile öpüşemezken, bazıları her haltı yapabiliyor.

7 KOCALI HÜRMÜZ


700 BEYGİRLİ NURGÜL

"7 Kocalı Hürmüz" filmi sona erdiğinde hissettiğim duygu neydi biliyor musunuz? Aşırı yorgunluk. İki saat deli gibi koşsaydım, sabahtan akşama amele gibi çalışsaydım eminim bu kadar takattan düşmezdim. Kabul ediyorum, Sadık Şendil'in bu eserinde yorulmamak imkansız. Malum bir yanda Hürmüz ve onun bitmek bilmez ergen çocuk azgınlığı, diğer tarafta her bir yerden, delik çoraptan fırlayan parmak misali bitiveren herifler. Filmde de hepsi 7 Cüceler gibi kardeş kardeş bir arada yaşamadığından hop biri çıkıyor diğeri kayboluyor; ikisi kapıdan girerken üçü bacadan çıkıyor. Olanda başta Hürmüz'e, sonra da benim gibi yaşlı seyircilere oluyor. İki gözüm önüme aksın eğer Oscar verebilme gücüm olsaydı, yeni bir kategori çıkartır ve " En Çok Ter Döken Oyuncu Oscarı" nı Nurgül Yeşilçay'a verirdim. Mübarek oyuncu filmde oynamak yerine bu enerji ile olimpiyatlara katılsaydı altın madalyaları beşi bir yerde yapıp çoktan boynuna takmıştı. Ama dediğim gibi, bir filmde bu kadar aksiyon fazladır. Tamam Hollywood filmlerinden aksiyon gırla gider ama Hollywood filmi der sineye çekeriz. Ama karşımızdaki tazecik Hürmüz olunca, izlediğimiz aşırı doping yüzünden imanı gevremiş beygirden farksız olmuyor.
Bunun dışında Hürmüz'de dikkatimi çeken birşey beni fazlasıyla şaşırttı. Hep düşünmüşümdür, ortada 7 koca olunca Hürmüz gözüme geçmiş zaman seks bağımlısı olarak canlanırdı. Fakat filmde -ve oyunda- tam aksine Hürmüz, abartmayalım ama, neredeyse bir frijit. Hürmüz'ün derdi ne aşk ne seks ne de para . Aşk desen, tam tabipte gerçek aşkı buldu derken evlendiğinin gecesi yeni herifleri avlama planları kuruyor. Seks desen, Hürmüz kendini koklatmamak için elinden geleni ardına koymuyor. Para desen, Hürmüz o cilve, o işve ve o güzellikle bir çok zengini ipe dizebilir ama o buun yerine berberi, bekçiyi seçiyor. Demem o ki, Hürmüz sadece iktidar olmak istiyor. Hürmüz'ü bir kedi gibi düşünürsek o sadece oyun oynayabileceği fareler istiyor. O yüzden köpeklerle hiçbir zaman işi olmuyor.
Son nokta olarak da filmin Türk sineması adına kaçan bir fırsat olduğunu not düşmek mecburiyetindeyim. Film gerçekten çok güzel bir müzikal olacakken ve bu potansiyeli fazlasıyla taşıyorken -bkz. Ejder-i Derya sahnesi- bu fırsatı büyük bir gafletle ve delaletle tepiyor ve sadece müzikli film olmakla yetiniyor. Bize de başka bir baharı beklemek kalıyor. Ne diyelim, kısmet artık sekizinci kocaya.

31 Ekim 2009 Cumartesi

DEATH AND THE MAIDEN


BU KALP SENİ UNUTUR MU?

Yağmurlu bir gecede bir adam şans eseri evinize gelir. Ama gelirken yalnız gelmez; yanında hiçbir zaman unutmadığınız ve unutmayacağınız acılarla ve hatıralar vardır. Böylece, kaderin bu sefer oyunu sizden yana oynadığını düşünürsünüz. Fakat gerçekten bu adam o adam mıdır? Yoksa yaşadığınız acıların bir patlaması olarak yanlış kişiyi mi suçlamaktasınızdır? "Death and The Maiden" adsız bir üçüncü dünya ülkesinde geçen, yıllar önce çeşitli sistematik işkenceleri yaşayan bir kadının işkencecisi olduğunu iddia ettiği doktorla hesaplaşmasını, bir gecede olup biten bir karşılaşmayı anlatan bir dram. Bir yandan filmle suçlunun kim olduğunu çözmeye çalışırken, bir yandan da işkencenin aslında bedenen değil de ruhen yapılan bir günah olduğunu, işkence görenin hiçbir zaman düzelmeyeceğini, hiçbir zaman bir erkek çocuk sahibi olamayacağını, bir sanat eserini asla eskisi gibi dinleyemeyeceğini dilsiz bir şekilde izliyoruz. Aynı şekilde, gündüz müzik eşliğinde işkence ve tecavüz edenin, akşam iyi bir eş, iyi bir baba ve iyi biri taklidi yapabileceğini görüp, insan ırkının en düşük tür olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ve de, yaşanan acıların telafisi olmasa da işlenen günahların er geç itiraf edilmesi gerektiğini bir kez daha anlıyoruz.

İKİ DİL BİR BAVUL


ORA'DA BİR KÖY VAR UZAKTA

Babil efsanesine göre, bir zamanlar insanlar tek bir dil konuşurlarmış. Ve aynı dili konuşan bu insanlar, Tanrı'ya kafa tutmak ve onun mertebesine erişmek için göğe kadar yükselen bir kule inşa etmeye başlamışlar. Bunun üzerine Tanrı bu işe çok öfkelenmiş ve yapılan bu kuleyi bir daha hiç yapılmamak üzere yerle bir etmiş. İnsanların bir daha böyle bir işe cüret etmemesi ve birbirilerini hiç anlamaması için de dünya üzerindeki dilleri ortaya çıkarmış. O günden bugüne de insanlar birbirini hiçbir zaman anlayamamış. Fakat kendinden hep iyi şeyler gelmesini beklediğimiz Tanrı niye böyle birşey yapmış? Eğer bir insan kendini anlatmak için, anlaşmak için ve anlaşılmak için en büyük silahı olan dilden yoksunsa o zaman elinden ne gelir?
Yukarıda sorduğum bu sorular "İki Dil Bir Bavul"u izlerken aklıma geldi ve cevaplarını galiba uzun bir zaman hiç bulamayacağım. Filmi izlerken gördüğüm ve anladığım iki şey vardı. Birincisi bu coğrafyada yaşayan herkes masum. Şehrinden ülkesindeki başka bir yer olan ama bura değil de ora sayılana giden Emre öğretmen, kötülükten ve hayattan nasibini halen almamış Zilkif de, sen de, ben de hepimiz masumuz. İkincisi ise hepimiz suçluyuz. Sen de ben de... Emre öğretmeni bu çıkmaza soktuğumuz için, Zilkif' e bu sefaleti yaşattığımız için. Aslında "gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür." diye söylenenin aslında bir masal olduğunu bilmediğimiz için.
Bunun dışında bazı filmlerin aslında bir hekim vazifesini üstlenebileceğini; önemli olanın yaraya basıp daha da kanatmak değil, yaradaki iltihabı temizlemek ve onu merhemle sarmak olduğunu gördüm. Filmlerin dünyayı değiştiremeyeceğini, insanların dünyayı değiştirebileceğini; fakat filmlerin insanları değiştirebileceğini gördüm. Ve de istersek tek bir dili oluşturabileceğimizi, kuleyi yeniden inşa edilebileceğimizi ve bu sefer Tanrı'nın insanların yanında olabileceğini gördüm.

25 Ekim 2009 Pazar

UP


İSTİKBAL GÖKLERDEDİR

Gwyneth Paltrow bir keresinde bir röportajında kendi filmi bile olsa süresi uzun filmleri sinemada izlemeyi sevmediğini ve 2 saaten uzun filmlerin kendisini daralttığı türünde bir cümle gevelemişti ağzında. Tıpkı yaptığı yanlış film tercihleri gibi bu konuda da kendisiyle pek uzlaşamıyoruz. Ben tam tersine, süresi 2 saatten az olan filmleri sinemada izlemeye tenezzül etmem. Diğer türlü, kendimi kazıklanmış gibi hissederim. Sinema salonu denen o karanlık cennette ne kadar vakit geçirirsem benim için o kadar iyidir. Sırf bu yüzden 3 film birden sinemalarının desteklenmesi taraftarı bile olmuşumdur. Yalnız süresi uzun diye de her filmi severim gibi bir sonuç da çıksın istemem. Çünkü bir film kötüyse süresinin uzunluğu ters etki yapar ve önemli olan boyu değil işlevidir diye sayıklamaya başlarsınız. Bunları niçin mi anlatıyorum; " Up " filmine gelebilmek için tabii ki. Filmi izlemeden önce süresinin 90 dakika olması açıkçası canımı birazcık sıkmıştı; ne de olsa söz konusu olan bir Pixar animasyonu ve Pixar söz konusu olunca size saatler az gelir. Bu hislerle filmi izledikten sonra farkettim ki aslında süre bazen o kadar da önemli olmayabilir. Eğer bir film ne yaptığının farkındaysa ve size az gibi gözüken sürede kusursuz bir şekilde bunu başarıyorsa diyecek hiçbir sözünüz kalmıyor. Nasıl ki bir yemeğin zevkini çıkarmanın belli bir süresi varsa ve saatler boyu yemek yemek bir zevk değil de bir işkence ise, " Up " bu durumda zevkini son kertesine kadar yaşadığınız ve tadını asla unutamayacağınız o muhteşem yemek oluyor. 90 dakikayı geçin, filmde yaklaşık 4 dakikayı bulan bir aşk ve yaşam hikayesi bölümü var ki, o 4 dakika size bir ömür süresinden bile çok değerli olabiliyor. Bu sebepten dolayı bile, günümüzde meramını filmlerinde anlatmayı beceremeyen sinemacılara ders niyetine izletilmesi gereken bir film olup çıkıyor.
Süre bahsini geçersek, " Up " gerçekten kusursuz bir film. Kusursuzluğunun sebebiyse nerede ne yapması gerektiğini çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor. Güldürmesi gereken yerde güldürüyor, duygulandırması gereken yerde kalbi tam ortasından vuruyor. Ek olarak filmlerdeki huysuz ihtiyar, yaramaz bücür ve konuşan hayvan tiplemelerinden ölesiye nefret eden beni bile döndürebiliyor ve bu karakterlere deli divane olmamı sağlayabiliyorsa, üstüne de filmden önce size başlangıç niyetine kısa bir animasyon harikası da sunuyorsa, bu film karşısında; zafer nidaları eşliğinde şapkamı yukarılara fırlatmaktan başka bir seçenek bana kalmıyor.

LA CIOCIARA - KLUTE - LA MARIEE ETAIT EN NOIR




SİNEMA KADIN İÇİN VARDIR

Filmleri sevmek için bir sürü sebebimiz vardır. Bazen konusu hoşumuza gider, bazen yarattığı atmosfer, bazen de filmde çalınan bir şarkı... Ama benim için değişmez bir kural vardır. Bir filmde eğer kadın yoksa o film ömür billah kapımdan içeri giremez. Bundan sebeptir ki western türü filmlere hep uzak kalmışımdır. Ortalıkta kadın karakter yoksa ve onun yerine erkekler ve atlar cirit atıyorsa ben ne yapayım o filmi. Sinema bir sanat dalıysa ve sanatta en önemli dertlerden biri estetikse, sorarım size, bu estetiği kadın mı sağlar yoksa erkek mi ? Kadın dediysem de yanlış anlasılmasın; istediğim dolgun göğüsler, sütun gibi bacaklar değildir (onlar da olsa iyi olur ama). Malumunuz kadın var kadıncık var. Benim bahsettiğim kadın gibi kadınlardır. İyi- kötü, güzel- çirkin olmaları farketmez. Çünkü gerçek bir kadının sizi ömrünüz boyunca avuçları arasında tutması için bunlara gerek yoktur. Bu kadın nehirden çıkan ve toplu sayılabilecek bir Neriman Köksal olur, bazen sizi sırtınızı döndüğünüz anda gözünü kırpmadan hançerleyebilen Suzan Avcı ya da " Daha önce rastlaşacaktık." diyen bir Türkan Şoray olur.
Kadının adı olmadığı gibi milliyeti de olmaz. " La Ciociara " da kızını savaştan kurtarmak için yollara düşen bir İtalyan dilber olur; " Klute " da bir anda kendini bir cinayet planının tam ortasında, daha önce hissetmediği duyguların karşısında, bir yandan sevilmek diğer yandan nefret edilmek isteyen bir Amerikalı fahişe olur; " La Mariée était En Noir " da nikah günü kocasını sebepsiz yere öldürenlerin peşini intikam amacıyla bırakmayan, bir an olsun soğukkanlılığını kaybetmeyen ve her düşmanı için ayrı sürprizler hazırlayan, sarı yerine kara rengini tercih eden bir Fransız dulu olur. Lafın özü, hepimize göre bir kadın vardır. Siz yeter ki kapınızı açık bırakın.

3 Eylül 2009 Perşembe

INGLOURIOUS BASTERDS


PİJİN ŞEREFİLİ DÖNÜŞÜ

Filmleri sever misiniz? Ben çok severim. Zaten sevmeseydim oturup da filmler hakkında burada zırvalamazdım. Filmleri severim, filmleri seveni daha çok severim, filmleri seven yönetmenleri ise en çok severim. Çünkü film sevenler kulübünün bazı üyelerinin sinema denen yüce varlığa hizmet ettiğini görmek ve izlemek fiilinin edilgenliğinin yanında yönetmek fiilinin aktiliğinde bir rol oynadığını görmek benim gibi bir haremağasını bile mutlu eder. Ama bu filmsever yönetmenlerden birine karşı bu sevgiden bende eser yoktu. Kim mi? Tabii ki Tarantino. Çünkü QT'de bir sinema severe yakışmayacak kötü bir özellik vardır: Sevdiği filmlerin ırzına geçme. QT aslında bir kadınla aşk yapmasını bilmez, aşkı tecavüz etmek zanneder. Kill Bill'de eski uzakdoğu dövüş filmlerinin, Death Proof'da B tipi trash filmlerin üstüne cila çekip yeni bir türü var ediyormuş gibi bir hava yaratır. Üstüne bir de seyircilerin bu saydığım türdeki filmlerden ömür billah hazzetmemesine rağmen QT'nin bir tarafı değince altın muamelesi yapması nefret katsayımı iki ile çarpar.
Amaaaa, Inglourious Basterds'a gelene kadar durum buydu. Halen de bu fikrimden 180 derece dönüş yapmış değilim ama acaba sapık yönetmenimiz gerçek aşk yapmanın nasıl birşey olduğunu öğrenmeye mi başladı gibi bir umuda kapılmadım dersem yalan olur. QT bu filmde de sinema külliyatını fazlaca da kullanmış, hatta bunları da geçmiş araya David O. Selznick'ten Emil Jannings'e sıradan film izleyicisine anlam ifade etmeyecek bir sürü isim zikretmiş. Yine QT türleri karıştırmayı ihmal etmiyor. Nazi filminin üzerine kan sosuyla birlikte western müziği eşlik ediyor. Fakat bunları yaparken boyaları boca eden yaramaz bir çocuk değil de nerede ne renk kullanması gerektiğini bilen usta bir ressam olabileceğini bize hissettiriyor. Üstüne de İngilizce'den İtalyanca'ya dünya dillerini filminde konuşturunca dünya üzerindeki sinefillere selamını çakıyor. Bunlar olunca da QT'nin diplerdeki gerçek sinema sevgisinin ortaya çıktığını görmek beni bahtiyar ediyor.
Pijlik konusuna gelince, filmin tek piji varsa o da Hans Landa rolündeki Christoph Waltz'dır. Waltz'ın sırat köprüsünde ilerleyen, gerçek ile yapay arasındaki dengeyi bir an olsun kaybetmeyen oyununu görmeden ölen her sinema severin gözü kesin açık gider.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

AROG - ALİ G InDaHOUSE - HOT FUZZ - YOUNG FRANKENSTEIN





SENİNLE ONLAR ARASINDA BİRAZ FARK VAR

Baştan belirteyim, karşılaştırmalara karşıyım. Bilmem A B'den daha komiktir, X Z'den daha zekidir, bla, bla, bla... Hiç hazzetmem. Üstelik konu sinema olunca kaplan kesilirim. Çünkü herkesin başarısı ve hatası kendine hastır, kimse kimseden ne eksiktir ne de fazla. Ama örnek babında bu karşılaştırma işine girmek mecburi oluyor. Mesela Cem Yılmaz birçoklarımız gibi bana göre de dünyanın en komik, zeki ve yaratıcı insanlarından biri. Üstelik de, sinemayı sadece bir para basma makinesi olarak görmeyip bu alanda iyi birşeyler yapmak isteyen biri. Çektiği GORA filmine çamur atanlardan da değilim, aksine filmi eğlenceli bulmuştum. Bu sebeple AROG filmi vizyona girdiğinde hiç komik değil, bu sefer güldüremedi lakırdılarına pek de itibar etmemiştim. Ne de olsa izleyenlerin çoğu odundu ve odunu güldürsen ne olur, güldürmesen ne olur diye düşündüm. Ama gel gör ki filmi izleyince ben de o orman tayfasına katıldım. Film bazı yerlerde tebessüm ettirse de hiç bir zaman sizin koltuğunuzda gülmekten sallanmanıza neden olmuyordu.
Bu sebeple, Ali G filmine bakarsak, aradaki farkı görebiliriz. Ali G çok mu iyi bir film, hayır. Sacha Baron Cohen'in beyni Cem Yılmaz'dan daha mı iri, pek sanmıyorum. Fakat Ali G'de ne var? Şu var, Ali G ve Sacha Baron Cohen bu filmin bir komedi filmi olduğunu ve ilk amaçlarının güldürmek olduğunu bir an olsun aklından çıkarmıyor. İyi bir filmden ziyade komik bir film olması için uğraşılıyor. Bu uğurda gerekirse kaliteden ödün veriliyor. Ama güldürüyor mu, evet hem de son saniyesine kadar. Hımm, bunu geçip ben bu kadar tuvalet mizahı yapamam diyorsanız o zaman geriye Hot Fuzz veya Young Frankenstein'a benzer filmler olmak gibi bir seçenek de karşınıza çıkabilir. Ama bu o kadar da kolay bir iş değildir. Bir türle komediyi birleştiriyorsanız, o türü yiyip yutmanız ve daha da önemlisi o türe deli divane olmanız gerekir. Tıpkı Hot Fuzz'da normalde burun kıvırdığımız polis-aksiyon ikilisi filmlerinin gerçekten yürekten sevilmesi ve Young Frankenstein'da tüm o korku, vampir filmleri külliyatının özümsenmiş olması gibi. Yoksa suyu çıkmış bir 2001 göndermesini veya Vanilla Sky maskesini gösterme daha iyi.

QUARANTINE


ÖMÜR TÖRPÜSÜ

Eğer bir film çok çok iyiyse ve sizi radarı altına almışsa o film hakkında kalem oynatmak oldukça zevklidir. Üzerine sayfalar dolusu yazı yazsanız da hep bir eksiklik hisseder, filmin hakkını bir türlü teslim edemediğinize dair endişeye kapılırsınız. Bu sayfalarca yazı yazma isteği ve endişe duygusu kötü filmlerde de karşınıza çıkar. Ama ters istikamette. Bu kötü filme karşı duyduğunuz nefret o kadar yoğundur ki, ne söyleseniz, ne etseniz içinizdeki o sıkıntının ve kızgınlığın bir nebze olsun azalmadığını görürsünüz. Örnek mi istiyorsunuz; alın size "Quarantine" filmi. Filmimiz televizyon için itfaiyecilerin meslek yaşamını anlatan bir program çeken uyuz muhabir kızın ve kameramanın, itfaiyecilere yapılan bir ihbar sonucu bir apartmana yardım için gitmeleri ve daha sonra apartman sakinleriyle birlikte karantina altına alınmasını anlatıyor. Binada başlayan, kaynağı muallak kuduz salgını insanlara bulaşır ve onları bir nevi zombiye dönüştürür. Apartmanın içine de kısıldıklarından kaçacak pek yerleri yoktur ve böylece sıra teker teker hepsine gelir. Sonra da gelsin kırılan kemikler, gitsin akan kanlar.
Açıkçası sıradan bir korku filminden mükemmel bir konu bekleyecek yaşı çoktan geçtim. Kemikler ve kanlarla ilgili bir sorunum da yok. Fakat film beni neden bu kadar bezdirdi derseniz cevap filmdeki tiplerdir. Normalde bu tür filmlerde az da olsa kurbanların yanında olmak gerekirken, bu filmde hepsinin ölmesi için dua etmeye başlıyorsunuz. Binadakilerin hepsini tahliye edip bir sağlık merkezinde karantinaya almak yerine apartman içine tıkıp gerçek anlamda birbirinizi yiyin demek nasıl bir senaryo dahiliğidir inanın halen çözebilmiş değilim. Bunların üstüne bir an olsun kamerayı bırakmayan ve sonunda görev uğruna şehit olan abimiz ve başlarda cilve yapan ama zoru görünce de o cilvelerden eser kalmayan, ortalıkta sadece bağrıp zırlayan muhabir kızımız ve benzeri birçok gıcık tipi bünyesinde barındırınca, bu filmi sevmek yerine kuduzdan beter olursunuz.

6 Ağustos 2009 Perşembe

REVOLUTIONARY ROAD


YOLUMUN İÇİNDE YOL AYNI YOLDA DEĞİL

Revolutionary Road, birlikte yola çıkan iki kişinin bir müddet sonra farklı yollara sapmak istemesini ve daha sonra çıkmaz sokağa girip duvara toslamasını anlatan bir trajedi. Hayallerinin peşinden gitmek isteyen, bir nevi nefes almaya çalışan eşin ve konformizm korkaklığından muzdarip bir kocanın farklı yönlerden gelen araçların sürücüleri olmasından sebep gerçekleşen bir trafik kazası. Biz izleyiciler ise adeta yolda yürürken bahsi geçen bu kazanın gerçekleşeceğini gören ama elimizden hiçbirşey gelmeyen, sadece bakakalan yayaları. April'ın içinin alev alev yandığını, bu ateşle ya evini ısıtacağını ya da kendini yakacağını, yüzündeki maskenin artık onu boğmaya başladığını, Frank'in son noktaya kadar gelip suya atlamayan mızmız bir çocuk olduğunu, esas meselenin Paris değil de farklı bir yoldan gitmek olduğunu, bombanın fitilinin çoktan yakıldığını görüyoruz. Ama elimizden hiçbirşey gelmiyor. Tıpkı kendi hayatlarımıza bakmaya devam ettiğimiz gibi.

GRAN TORINO


BİR ARABADAN ÇOK DAHA FAZLASI

Baştan belirteyim Clint Eastwood'dan hiç hazzetmem. Ne Kirli Harry zamanları ne de spagetti westernleri ilgimi hiçbir zaman çekmedi. Özellikle yönetmenliğe ağırlık vermesiyle birlikte "büyük usta" nidalarının fazlalaşması ve en iyi yönetmen Oscar'ını Martin Scorsese'nin elinden kapması ona olan gıcıklığımı daha da arttırdı. Amaaa... Gran Torino dendiği gibi bir arabadan çok daha fazlası.. Film kusursuz değil, belki de gerçek hayatta hiç olmayacak bir öyküye sahip. Yabancı düşmanı, huysuz, ihtiyar bir keçinin bir zaman sonra düşman sandığının aslında dost olabileceğini görmesi gerçek hayatta ne kadar gerçekleşir derseniz çok zor derim. Fakat filmin sırrı burada ortaya çıkıyor ve izlerken bal gibi de olur diyebiliyorsunuz. Çekik gözlü oyuncuların rol yapamayışı da gözünüze komik değil sevimli geliyor. Ek Olarak da Clint Eatwood'un filmin ilk dakikalarından itibaren çizdiği huysuz ihtiyar karakterinin gerçekliğinin yüzünde oturması benim gibi anticilerinin çenesini kapatıyor. Hani derler ya kurt kocayınca köpeklere maskara olur diye, yalan. Kurt Eastwood kocasa da yine kurttur.

21 Temmuz 2009 Salı

BRIDE WARS - CONFESSIONS OF A SHOPAHOLIC



KADINLAR UYANIN ! ! !

Eğer Amerikan sinemasında kadının yeri konulu bir kitap varsa, ki eminim vardır, yapacağı son baskıya bu iki filmi mutlaka almalı. Bir yandan bakıyoruz iki güzel hanım kızımızın tek derdi var, evlenmek. Diğer filme bakıyoruz sevimlilik abidesinin yaşam gayesi alışveriş. Hoop ne oluyoruz, bir yandan biz kadınlar bir meta değiliz lafları, diğer taraftan bu türden gırla film. Kadınlar bir an önce sesinizi yükseltin yoksa alışveriş manyağı ve koca delisi olarak görünmeye devam edileceksiniz. Gerçi Hollywood'a karşı Don Kişot gibi görünebilirsiniz ama bunları görmezden gelin. Bu bir yana, filmin son beş dakikasına alışverişten ve düğünlerden daha önemli şeyler vardır zırvasını sokmayın bi zahmet. Tüketim çılgınlığının suyunu çıkartın sonra ama öyle değil diyin, ne güzel. Son olarak da Anne Hathaway'in güzelliği ve Isla Fisher'in sevimliliği ile sadece benim gibi ağzı açıkları kandırabilirsiniz, o kadar.

¡ÁTAME! - ¿QUé HE HECHO YO PARA MERECER ESTO!! - LA LEY DEL DESEO - LA FLOR DE Mİ SECRETO





TUTKU BENİM GÖBEK ADIMDIR

Bir yönetmenin sizin en sevdiklerinizden biri olması için ne ararsınız? Kubrick gibi kusursuz olmasını mı , yoksa Scorsese gibi erkekler dünyasının karanlık köşelerini keşfetmesini mi veya Bergman gibi insan ruhunun kendisine bile itiraf edemediği sırları fısıldamasını mı? Ya da Almodovar gibi insanın canlı bir varlık olduğunu bilen birinden çıkan gözyaşlarını, kahkahaları, teri, kanı, kaynağından fışkıran tutkuyu mu yaşamak istersiniz? Eğer öyleyse aynı gemideyiz demektir. Çünkü Almodovar tutku demektir, başlangıçta donuk bir kalbin sonradan kendini cayır cayır yakması demektir, başkalarına kitaplarıyla aşkı öğretirken kendisine faydası dokunmayan kadınlar demektir, bir ev kadının aslında sadece bir ev kadını olmaması demektir, erkek kardeşiniz olarak sevdiğiniz birini kızkardeşiniz olarak da sevebileceğinizi bilmek demektir, bir porno film yıldızı ile bir kaç tahtası eksik bir adamın gerçek aşkın esirleri olabileceklerini görebilmek demektir, kahkahalardan sonra gözyaşına , gözyaşlarından sonra kahkahalara hazır olmk demektir. Almodovar biraz sen, biraz ben ve biraz da o demektir.

BEFORE SUNSET


GÜN BATMADAN NELER DOĞAR...

Son yılların bence en sevimli filmlerinden birtanesi. 9 yıl önce bir günü birlikte geçiren iki kişinin, belki de iki aşığın, 9 yıl sonra Paris sokaklarında daldığı neredeyse 80 dakikalık bir muhabbet...Yıllar içinde insan hayatlarının nasıl şekiillendiğini görmek için iyi bir fırsat. Neredeyse tamamen diyaloglar üzerine kurulan bu film kendisiyle birlikte Paris şehrini ve güzel Julie Delpy' yi kendine hayran bırakıyor...Sondaki Nina Simone şarkısı "Just in Time" eşliğinde Delpy' nin salınışı ise anlatılmaz izlenir... Nasıl derler....Oldukça parizyen.

31 Mayıs 2009 Pazar

BETA HOUSE - BLIND DATING - GOOD LUCK CHUCK




KİRLİ, ÇÜRÜK VE ADİ

Kendimi hafif depresif hissettiğimde çoğu zaman yaptığım bir şey vardır: Oturup gereksiz Amerikan romantik komedilerini ve gençlik filmlerini izlerim. Çünkü adı üzerinde bunlar gereksiz filmlerdir ve o halinizle oturup gerekli şeylere kafa yormak istemezsiniz. Hatta hiçbir şeye kafa yormak istemezsiniz. Sadece insanların aşk kelebeği olup etrafta uçuştuğu, kuşların şarkı söylediği, aptal sevenlerin kavuştuğu şeyler görmek istersiniz. Ama bu filmleri fazla dozda almamak gerekir. Günde en fazla bir tane izlemek makbuldur. Eğer benim gibi üç tanesini ard arda alırsanız beyin ishaline maruz kalırsınız maazallah. Örneklerimizde olduğu gibi "Beta House"u izleyip ne gereksiz filmdi deyip yerinizde durun. Ondan sonra oturup "Blind Dating"i seyredip senaryonun yavanlığına ve Chris Pine'ın Brezilya dizilerinden fırlamış oyunculuğunu görmeyin yoksa kör olursanız. Bu da yetmedi ben daha çok acı çekmek istiyorum diyip "Good Luck Chuck"ta yolunuzu şaşırmayın. Dane Cook gibi bir şeyi hangi zeki filminde başrolde oynatır, Jessica Alba ne zaman üst üste gereksiz filmlerde oynama yemini etmiştir ve bu penguenlerin işi ne, ben kimim gibi bilinmez denklemlerin içine düşersiniz ve şans mans da yanınızda olmaz. Uzun lafın kısası mazoşistliğin lüzumu yok, onun yerine depresif olmaya devam edin çok daha hayrlı olur.

LA MUJER SIN CABEZA


KAFASIZ FİLM

Bilmem dikkatinizi çekti mi; Avrupa filmlerinin dengeyi bulma gibi ufak bir sorunu var. Avrupa'dan ortalama filmler genellikle pek nadir çıkar, ya da bana nadir rast gelir. Avrupa filmleri ya çok iyi filmler olur ve izledikten sonra sizi biraz daha farklı bir insan yapar veya çok kötü filmler olur ve izlediğinize sizi pişman eder. Üstüne benim gibi başladığı filmi mutlaka bitirmesi gereken bir tipseniz vay halinize. "La Mujer Sin Cabeza" işte bu ikinci gruba dahil olan bir film. Klişe tabirle burjuva sınıfına dahil olan bir kadın arabasıyla giderken kaza geçirir. Yolda birşeye çarpar ve neye çarptığına dönüp bakmadan yoluna devam eder. Fakat sonra bu durum peşini bırakmaz. Bir insana mı çarpmış ve onun ölümüne mi sebep olmuştur yoksa bir köpeğe mi. Film bu noktadan hareket ederek bize çok önemli şeyler anlattığını zanneder. Bir yandan insan hafızasının kişiyi belirsizliklere ve çıkmazlara sürüklemesi, diğer taraftan insanlığın ve özellikle burjuvazinin konformist ikiyüzlülüğü, üstüne de şüphenin ruhu kemirmesi. Eğer bol vaktim var ve bu suyu çıkmış meseleleri kendime eziyet ettirerek bir kere daha izlemek isterim diyorsanız bu film tam size göre. Aksi halde arkanıza bakmadan hızlı adımlarla ordan kaçın.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

VİCDAN


RUH VİCDANDAN DAHA ÖNEMLİDİR

"Vicdan" filmini tanımlamak için en uygun kelime ruhsuz olur zannımca. İnanın çok aptal sayılmam ve iyi kötü bir filmin konusunun ne olduğunu anlarım. Fakat bu filmin derdinin ne olduğunu hala çözebilmiş değilim. Kızlar fazla açılıp saçılmasın yoksa onlar sadece eğlenilecek kız olur, evlenecek kız olamaz mı? Yoksa mahalle düğününde kız kıza erotik dans yapmayın aksi halde kafanıza bir şey yersiniz mi? Ya da kocanız sizi aldıttığında diğer kadın size daha tatlı mı gelir? Sevdiğiniz erkek en yakın arkadaşınızla evlenirse ve kocanız sizi en yakın arkadaşınızla aldatırsa sorun değildir, önemli olan arkadaşlığın baki kalması mıdır? Bu durumda iki sonuç ortaya çıkıyor: Ya film çok üstün şeyler anlatıyor ve sizin taş kafanız almıyor veya film hiç bir halt anlatmıyor. Bunu geçersek diğer bir sorun karşımıza çıkıyor: Film ne olmak istediğine karar veremiyor. Bir yandan çok doğulu gibi durarken diğer yandan avrupalı gibi davranıyor. Çok tutkuluymuş gibi görünürken buz gibi yaşıyor. Ve de çok doğalmış gibi bir izlenim çizmeye çalışırken doğallığın özü olan ruhu pas geçiyor. Ortada da ne vicdan kalıyor ne de film.

THE HAPPENING


RÜZGAR BİZİ SÜRÜKLEYECEK

Bir filmi yapmak için en önemli şey güzel bir fikrin ortaya çıkmasıdır. Fakat sadece bir fikir film yapmak için yeterli değildir. Bu fikrin tüm film süresi boyunca izleyiciyi etkilemesi için başka şeylere de gerek vardır. Farz-ı misal iyi bir senaryoya. "The Happening" filmini izleyen herhangi biri künyede yönetmenin adını görmese ilk filmini çeken birinin eseri olduğunu düşünür. Fakat filmi çeken M. Night Shyamalan olunca insan iki kere filmi sevmiyor. Filme bakınca hikaye çok güzel bir yerden başlıyor. Doğa intikamını insanlardan alıyor. Düşman doğa olunca da bu düşmandan kaçmak o kadar kolay olmuyor. Nefes aldığımız hava, esen rüzgar, üstünde yürüdüğümüz yeşillikler... Her yerde bu düşman karşımıza çıkabiliyor. Ama bu iyi fikir filmde bir türlü işlemiyor. Konu sizi ilk on dakikada etkiliyor, sonra da orda duruyor. Bize de geri kalan dakikalarda belki bir kıvılcım yanar diye heves etmek kalıyor. İlk filmini çeken yönetemenler çoğunlukla iyi bir fikir bulunca hemen film çekmeye heveslenirler. Ama içlerinden yetenekli olanları diğer filmlerinde bu çocukça heveslerinden sıyrılmaya başlarlar. Ama iyi kötü bir yeteneği olan ve birçok film çeken Shyamalan neden ters istikamette yön alıyor, inanın çözemedim. Son kredisini de tüketen yönetmenin bir sonraki filminde ne yapacağı inanın hiç ilgimi çekmiyor.

25 Mart 2009 Çarşamba

DANSÖZ


KOBRA, YAPTIN İŞLERİ ÇORBA

" Dansöz - Bir Çingene Masalı " filmi iki yönden önem arzeden bir iş. Birincisi Türk sinema tarihinin görüp görebileceği en büyük başarısızlıklardan biri. Bu konuda Savaş Ay'a insan şaşırmadan edemiyor. Tamam dünya yüzünde milyonlarca kötü film vardır. Ama bu kadar da kötü olmayı becermek de büyük bir sabır ve emek ürünü olmalı. Filmin başında nasıl bir yaratıkla karşılaşacağınızı tahmin ettiğinizi sanıyorsunuz ama aldanıyorsunuz. Bu kadar da olamaz derken, bi bakıyorsunuz aslında olabiliyormuş. Böylece filmin başında bu kötülükler size eğlenceli gelirken zaman ilerledikçe bir azaba dönüşüyor. Bunu filmdeki bir lafla açıklamak gerekirse gözümüzü oyan iş ancak " Hayriye, ayrı ye" lafının barındırdığı zeka ve eğlence kadar. Film neden kötü derseniz saymaya başlayayım. Birincisi filmin başında komik bir Hz. İsa kılığına girmiş Fikret Kuşkan ile çingene kılığındaki Mustafa Altıoklar ile Fedon'u görmek. İkincisi filmin ses kurgusu rezalet. Oyuncuların kendi seslerini bi de stüdyoda kaydetmesi çok kötü bir sonuç ortaya çıkarmış. Üçüncü olarak bir sahneden diğer bir sahneye geçerken ekranın zırt pırt kararması insanı oldukça yoruyor ve insanı daha yaratıcı bişey düşünülemez miydi diye uzak düşlere daldırıyor. Dördüncü olarak filmde karşımıza çıkan garipliklerin ayrı bir terane olması. Bir yandan ultra zengin kızın dansöz olma sevdasını anlamaya çalışırken diğer taraftan samanlıkta, sevdiği dansöz- çingene kızı üstsüz bir şekilde oynatabilen bıçkın delikanlının sevdiğim kızla evlenemiyorum nidalarına nasıl inansam diye düşünüyorsunuz. Bir Yandan Hayriye bacımızı dansözlük yarışmasına hazırlayan Kobra'nın o kadar kendini hırpalamasına rağmen filmin sonunda dansın yarışması olmaz, dansın şenliği olur lafının altındaki derin manayı çözmeye çalışıyoruz, öte yandan yarı felçli bir şekilde tekerlekli sandalyeye mahkum Kobra'nın belden yukarı dansına şok oluyorsunuz. Üstüne Çolpan İlhan gibi devvvvvvv bir oyuncunun düştüğü duruma üzülmek, Kerem Alışık'ın yetersizliği, Savaş Ay'ın keli-göbeği, Panter Emel'in dişleri ve Kobra'ya yazılan şarkının Savaş Ay'ın oğlu Ulaşcan Ay'ın uyuz bir şarkısı çıkması eklenince dayanılmaz zulümü yaşıyorsunuz.
Filmin büyük bir masturbasyon ve soft-porno olması filmi önemli kılan ikinci sebep. Filmlerin aslında bir masturbasyon olması fikrine hay hay diyebilirim ama boşalmanın da bir sınırı vardır be kardeşim. Savaş Ay'ın kötü bir film çekmesi yetmemiş üstüne bir de berbat bir oyunculukla kendini bir rol apartmış. O da olmamış,olur olmaz yerlerde bülbül gibi ötmüş. Bu da az gelmiş, o göbekli-yaşlı-kel haliyle yavruyu filmde götürmüş. Buna ancak oha denir. Mübarek Woody Alen mı oldun abicim. Demem o ki masturbasyon yaparsanız yapın ama iki saate yakın masturbasyon zevk vermez, insanı yorar sadece. Soft-porno kısmına gelirsek, ucuz soft-porno bir filmin popüler sinema adı altında bize yutturulmaya çalışılması ayrı bir önemli özellik. Fora edilen göğüsler, terli göbek ve bacaklar, banyo sefaları, yaşlı adam-genç kız fantezisi, samanlıkta pişirilen işler, lezbiyen yakınlaşmalar,... Alın size bir soft-porno filmde karşınıza çıkabilecek unsurlar. Belki filmin adı " Dansöz" olur o kadar diyebilirsiniz ama, yanlış biliyorsam düzeltin, dansözlükte memeden önce gelmesi gereken dansın kendisi değil midir ?

18 Mart 2009 Çarşamba

OPENING NIGHT


PERDE AÇILIYOR

Amerikan bağımsız sinemasının babası olarak gösterilen John Cassavates'in önemli filmlerinden biri olan "Opening Night" bizi show business ve sanat diyarlarının arka bahçesine götürüyor. "Second Woman" adında bir tiyatro oyunun provalarından prömiyerine kadar geçen zaman diliminde oyunun ve filmin başoyuncusu olan Myrtle Gordon karakterini merkezinde tutarak sanatçı psikolojisi, sahne ışıklarının karanlıkta kalan köşeleri, yaşlılık gibi konularda kendini bilen şekilde hikayesini anlatıyor. Myrtle Gordon, oyun çıkışında kalabalık hayran kitlesinin içinden bir kızla konuşur ve kızdan garip bir şekilde etkilenir. Kıza ertesi gün kendisini görmesini söyleyip oyun arkadaşlarıyla birlikte bir arabaya atlar. Araba az biraz hareket etmişken, başka bir araba hayran kıza çarpar ve kız orada ölür. Ve böylece Myrtle Gordon'un hikayesi başlar. Bir yandan ölen kızın ruhu onu sık sık ziyaret ederken diğer taraftan oyunun provaları çıkmaza girer. Bu da yetmezmiş gibi üstüne Myrtle'ın yaşlılık buhranları eklenir. Böylece hem karakterimiz hem de oyunun diğer elemanları için işler çıkmaza girer.
Filmin bir sahnesinde Myrtle 17 yaşında ne kadar farklı, heyecanlı ve güçlü olduğundan bahseder. Ölen kız da 17 yaşındadır ve görünüş ve hal olarak kendisine çok benzemektedir. O yüzden kızın ölmesi bir açıdan onun da gençliğinin ölmesidir. 17 yaşındaki o halini bir daha yaşayamayacağını bilmek onu delilik sınırına bir adım daha yaklaştırır. Ayrıca filmin bir kaç yerinde Myrtle'a yaşı sorulduğunda o hiç bir zaman tam olarak yaşını söylemez, ağzından hiç bir rakam duymayız. Çünkü Myrtle yaşlılığı hiçbir zaman kendine yakıştırmaz; filmdeki tiyatro oyunun manidar ismiyle dersek 'ikinci kadın olmak' istemez, bundan korkar. Bu durum öyle bir hal alır ki, başta dost olduğu ölü kızın yanılsamaları bir noktadan sonra can düşmanı oluverir. Tüm bunlardan kurtulmanın, "bir"den sonra "iki"nin gelmesinin tek çaresi de "bir"in sırasını savmasıdır. Ne zamanki Myrtle ölü kızı bir kez daha öldürür ve ikinci kadın olmayı kabul eder o zaman işler yoluna girmeye başlar gibi olur.
Bunun yanında "İkinci Kadın" oyununun başlarda bir dram havasında giderken en sonda bir farsa dönüşmesi oldukça ilginçtir. Kim bilir belki de filmdeki ve gerçek hayattaki olumsuzlukların çözülmesinin çaresi işleri biraz dalgaya vurmak ve dürüst olmaktan geçiyordur. Tüm bunların yanısıra "Opening Night" aslında sahne arkasının filmi. Hayranı olduğumuz ve bir yıldız kadar uzak olduğunu düşündüğümüz oyuncuların o kadar da parlak olmadığını görebiliyoruz. Mesela araba çarpan bir kıza yardım etmek yerine lokantaya gitmeyi tercih eden, rol icabı da olsa tokat yemekten ödü kopan, her oyun sonrasında içkileri fondip yapan, hatta oyuna zilzurna sarhoş şekilde çıkan oyuncuları; sarhoş olması yüzünden oyunu iptal etmeyi düşünen yapımcının gerçek sebebi değil de oyuncunun hasta olduğu gibi yalan bir bahane uydurabileceğini, dekorun arkasında aslında nelerin döndüğünü ve oyundaki bir oyuncunun kayışı kopardığı zaman diğer oyuncuların düştüğü trajikomik durumu bu filmde görebiliyoruz. Üstüne bir de sinemanın en farklı ve güzel oyuncularından Gena Rowlands'ı izlemek ve yine en sevdiğim filmlerden biri olan " Todo Sobre Mi Madre"deki araba kazası sahnesinin bu filmden alındığını görmek filmin değerini bir kat daha arttırıyor.

12 Mart 2009 Perşembe

RING OF DEATH


BURKE ÇIKAR MEYDANE

'Ring of Death' televizyon için çekilmiş, televizyon kanallarında gece yarısından sonra karşımıza çıkabilecek sıradan dövüş filmlerinden sadece biri. Eski polis, yeni kaybeden Burke, FBI'da çalışan eski ortağının teklifini kabul eder ve kirli işlerin döndüğü bir hapisanenin foyasını meydana çıkarmak için işbirliğine girişir. Ve böylece birbirinden gariplikleri izlemek seyirciye düşer. Mesela, sözde FBI kahramanımızın geçmişi hakkındaki bilgileri siler ve onu suçlu kılığına sokar. Ama Allah aşkına FBI bunları yapmışken göstermelik bir polis arabası kaçırma olayının anlamı nedir? Bunu geçelim, peki o hapisanede yapılan dövüşleri kameradan izleyen insanların hali nedir? O kadar kirli, gizli iş çevirmenin amacı dövüşleri sadece kameradan izlemek için mi... İnsan bari ringin etrafına bir iki sandalye atar da canlı kanlı kırılan ağızları, dökülen dişleri izler. Bunu istemiyorsan otur evinde televizyondaki dövüşleri izle; bu da yoksa nerde kaldı 'suçlu zevk'. Başka bir gariplik, sahnenin birinde Burke sözüm ona FBI'ya mesaj yazarken, yan hücredeki gammazcı amca onu kocaman bir ayna parçasıyla izliyor. Kardeşim sen nasıl bir polismişsin be... Adam kol kadar şeyle seni röntgenliyor sen hala birşey çakmıyorsun. Yemeğine konulan şapı fazla mı kaçırdılar nedir... Onu geçtim tiplere ne demeli. Hapisane müdürünün kılığına baksan genelev mama'sı, Burke'un eşi Mary'e baksan sanki iki işte çalışan biri değil de günde üç öğün botoks yaptıran manyak bir kaltak zannedersin. Filmimizin bir de cinsellik boyutu var ki aman aman... Filmimiz hapisanede geçtiğinden ortalıkta kadın yok, hapisanedeki adamlar da dövüş manyağı olduğundan çoğu iri kıyım. Film böyle homoerotik takılırken bi de bakıyoruz iki yavru piliç ringde lezbo takılıyor. Açıkçası filmimiz ben gey değilim ama biseksüel olabilirim diye bizi uyarıyor. Böylelikle de filmlerin de cinsiyetinin olabileceğini öğrenmiş oluyoruz. Bu da birşeydir. Tüm bunlara rağmen filme kızamıyorum. Adı üzerinde 'suçlu zevk'. Bu filmler tıpkı osurmak gibidir. Pis bişeydir ama hoşunuza gider, sizi rahatlatır. Son olarak da umarım filmimizin başrol oyuncusu Johnny Messner'ı yeni bir Jason Statham olarak görürüz ilerleyen zamanlarda. Gerçi pek umudumuz yok ama, istemekten de birşey olmaz.

9 Mart 2009 Pazartesi

SMALL TIME CROOKS - SEX DRIVE



KURBAĞA - ÖKÜZ MESELESİ VE ÇOCUKLARINI SEVMEK

Bir hikaye vardır bilmem bilir misiniz. Bir gün bir kurbağa etrafta vraklayıp gezerken bir öküz görür. Öküzün büyük cüssesine hayran kalır ve onun gibi olmak ister. Bu yüzden de minicik vücudunu şişirdikçe şişirir, şişirdikçe şişirir. Son kalan nefesiyle vücudunu şişirip tam öküzün boyutlarına erişir. Ve bilin bakalım ne olur? Zavallı kermitcik bum diye patlar. Tıpkı ne olduğunu, sınırlarını, haddini bilmeyen filmler gibi. Ama kurbağanın patlaması sadece kendine zarar verir. Filmlerin patlaması ise kendisiyle birlikte seyircinin beynini götürür. Ama neyse ki, kurbağa olduğunun farkında olan ve kurbağa olmaktan gurur duyan filmler de var. Bilirsiniz öküz olmak her zaman iyi bir şey değildir ve küçük kurbağalar daha sevimlidir.
Geçen hafta izlediğim 'Small Time Crooks' ve 'Sex Drive' filmleri benim için bu kategoride. 'Small Time Crooks'dan başlarsak ilk önce besmele niyetine Woody Allen'dan başlamalıyız. Woody bilindiği üzere 'Annie Hall' gibi ödül fatihi filmlerden tutun da 'Interiors' gibi Bergman esintileri taşıyan filmlere ve oradan da 'Match Point' gibi mizah duygusundan nebze nasiplenmemiş gerilim çekebilecek kapasiteye sahip büyük bir adam. Ama bazen büyük adamlar bile keyfinin dalgasına kapılmak ister. 'Small Time Crooks'da da Woody canının istediğini yapıyor ve limonata gibi bir film çekiyor. Bankayı soyup zengin olma hayalleri kuran Ray, birbirinden 'dahi' üç ortağıyla bankanın bir kaç dükkan ötesindeki boş bir yeri tutuyor ve makineli tüfek gibi konuşan karısı Frenchy bu yeri kurabiyeci olarak işletmeye başlıyor. Amaç kurabiyeci dükkanını paravan olarak kullanmak ve dükkandan banka uzanan bir tünel kazıp kasaya ulaşmak. Ama gelin görün ki Ray enseleniyor ama Frenchy'nin kurabiyeleri büyük ün kazanıyor ve para kurabiyelerden geliyor. Kulağa absürd geldiğinin farkındayım ama konu böyle. Filmin güzelliği de zaten bu absürdlüğünden geliyor. Woody önemli şeyler anlatma peşinde değil. Tıpkı arkadaşlar arasında yapılan geyik muhabbetleri gibi bu film. Hani arkadaşlarla bir çok ıvır zıvırdan, gereksiz mevzulardan bahsederiz; sonuca bakınca hiçbirşey kazanmamışızdır lakin o muhabbetin yerini birşey tutmaz ya bu da öyle. Çünkü önemli olan içerik değil muhabbettir. Woody bu filmde bunları yaparken de kendini büyük gösterme sevdasına hiçbir zaman kapılmaz. Çünkü kurbağa olmak hoşuna gider ve bilir ki her kurbağanın içinde bir prens gizlidir sinema seyircisi için.
'Sex Drive'a gelince bu filmin en çok küçüklüğünü ve dürüstlüğünü sevdim. Filmin izlediğim dvd versiyonunda yönetmenlerimiz bir penis, bir kuku ve iki göğüs eşliğinde filmlerini tanıtır ve filmde bunlardan bolca yer alacağını belirtir. Sözlerinde de dururlar. Filmin alakalı alakasız yerlerinde anadan üryan ablalar ekranın önünden bir bir geçer, penisler kendilerini salıverip çayırlar da koşup özgürlüğün tadını çıkarırlar. Bu filmimiz de kendini makaraya alır. Bakire erkek kahramanımız bu lanetini kırmak için internetten tanıştığı kızla buluşmak için şehrin diğer ucuna doğru yola çıkar. Şeytan tüyüne sahip çapkın arkadaşı ve kanki hanım arkadaşı ona bu yolculukta yoldaşlık ederler. Ve bu yolda karşılarına garip olaylar ve kafayı sıyırmış insanlar çıkar. Görüldüğü gibi klişe bir Amerikan gençlik filmi konusuna sahip olan 'Sex Drive' tüm bunlara rağmen türdeşlerinden ayrılıyor. Çünkü çok da ahım şahım bir halt anlatmadıklarının onlar da farkında. Bu yüzden kurbağa olmanın erdemini sonuna kadar yaşıyorlar. Ve türdeşleri gibi gösteriyormuş gibi yapmıyorlar. Meme mi istiyorsun al sana, kuku mu canın çekti buyur diyorlar.
Filmlerimiz bunları yaparken bir şeyi daha elden bırakmıyorlar. 'Small Time Crooks'da sanki yanlış gezegene düşmüş izlenimi veren Ray, Frenchy, May garip insanlar olmaktan çıkıp keşke komşumuz olsa dedirten tipler oluyorlar. 'Sex Drive'da yüzlerce örneğini gördüğümüz tipler olan Ian ve Lance normalde kıçlarına tekmeyi basma hissiyatı doğarma ihtimali varken bu filmde sevgi kelebeklerimiz oluyorlar. Bunlar da yönetmenlerin karakterlerini 'çocukları' gibi görmesi ve sevmesi sayesinde oluyor.

28 Şubat 2009 Cumartesi

A FISH CALLED WANDA - IN BRUGES



SUÇLAR, KÜLTÜRLER VE ŞEHİRLER

İnsanı tamamlayan faktörler nelerdir? Sadece insanın iyi özellikleri kişiyi tanımlamaya yeter mi? Kişin suçları, günahları da varlığın bir parçası değil midir? Ya da işlenen bir suç insanı bir adım karanlığa daha götürür mü yoksa çıkış yolunu bulmak için bir ışık vazifesi görür mü? Veya kişinin kendi benliğini bulması için sadece kendi çabası yeter mi yoksa dış güçler de bizi şekillendirir mi? Fransa'da doğan bir insan Japonya'da doğsaydı bambaşka biri olabilir miydi? Ya da hiç bilmediği, daha önce nerde olduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığı bir yere giden insan aslında kendi içini görebilir mi? Ve bu durumlar bizim için hayatın komik yüzünü mü gösterir yoksa akan gözyaşlarını mı?
'A Fish Called Wanda' filminde bu soruların bir kaçının cevaplarının peşine düşebiliriz. Filmimizin esas kahramanları büyük bir soygun gerçekleştirirler. Hepsinin amacı büyük vurgunun üzerine tek başına konmaktır. Sözde bir grup olmalarına rağmen fırsat buldukları anda birbirilerinin kuyularını kazmak için nöbette beklemektedirler. Fakat bu kişiler hem soyguncu hem de arkadan kazıklamaya hazır kişiler olmalarına rağmen onları kötü olarak nitelendiremeyiz. Yani kişlerin bazı kusurları onları damgalamak için yeterli değildir. Diğer taraftan filmimizdeki avukat karakterine dönersek karşımızda toplum tarafından iyi gösterebilecek bir adalet insanı vardır. Ama bu adalet insanı bir noktadan sonra zıvanadan çıkabilir ve rolleri değişip büyük vurgunun üstüne konabilir. Veya herkesi kendine aşık eden fettan soyguncu olarak görünen Wanda'nın asıl mutlu olduğu şey ondört tane çocuk doğurmak olabilir. Bu durumda bir soyguncu bir avukata eşit olabilir. Diğer taraftan filmin yaşanılan yerler veya içinde bulunulan kültür hakkında ilginç saptamaları var. Mesela farklı bir milletten olmak diğer milletlerden olan kişilere karşı tavrımızı belirleyebilir, hyayatlarını devam ettirmelerinin yegane sebebinin kendi ulusumuz olduğu fikrine sokabilir. Ya da aynı dili konuştuğumuz insan değil de İtalyanca veya Rusça sözler bizi tahrik edebilir. Bir yerde suçlu veya mutsuz olan bir kişi farklı bir yerde doğru yolu ve mutluluğu bulabilir, hatta Adalet Bakanı bile olabilir.
'In Bruges' filminde ise 'A Fish Called Wanda' filminin aksine suçun komedi değil de dram tarafına tanıklık ederiz. İsteyerek işlemediğimiz bir suç vicdanımızın sesini duymamızı sağlayabilir. Öldürdüğü onlarca insan için yas tutmayan karakterimiz, yanlışlılkla öldürdüğü küçük bir çocuk yüzünden kendini sorgulayabilir. Bu olay diğer çocukları ve kendisini kurtarması için bir sebep olabilir. Öte yandan, işi öldürmek olan diğer katilimizin vazifesinin artık yaşamları sona erdirmek değil de yaşamları bağışlamak olduğu bilincini uyandırabilir. Böylece bir suç, diğer suçların temizlenmesine sebep olabilir. Aynı zamanda hiçbilmediğimiz, kolayca kaybolabileceğimiz bir yer kendimizi bulmamıza yardım edebilir. Şehirlerin de aslında bir ruhu olduğunu, içimizdeki iyiliği, hayatımızın aşkını, veya mezarlarımızı bu hiç bilmediğimiz şehirlerde bulabiliriz. Ve son olarak da 'In Bruges' filmindeki şehrin kullanımının 'Don't Look Now' filmiyle kıyaslanabileceğini farkedebiliriz ve yönetmenin bu filme 'saygılarını sunması' mı desek 'selamlaması' karşısında hayran kalabiliriz.

THE FALL


GÜNDÜZ DÜŞLERİ

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde Dünya adlı gezegende adına 'Sinema' denilen bir şey ortaya çıkmış. Bu şey diğer şeylere hem çok benziyormuş hem de hiç benzemiyormuş. Roman desen roman değilmiş, resim desen resim değilmiş. İçinde müzik de varmış tiyatro da. Ama bunlardan apayrı bir varlığa sahipmiş. Velhasıl kelam, Sinema denilen bu şey insana uyanıkken düşler gördürüyormuş. Bir bakmışsın karşında savaşan yüzlerce adam var, bir bakmışsın birbirini delice seven iki aşık. Bu Sinema denilen şeyin sevdasına bir çok yönetmen, oyuncu, senarist tutulmuş. Bu sevdaya tutulmanın da dini, dili, rengi, yaşı, cinsiyeti yokmuş. Çünkü herkes düş görebilirmiş. Bu uğurda binlerce, belki de milyonlarca, film çekilmiş. Bunların birçoğu çok güzelmiş, birçoğu da o kada iyi değilmiş.
Ve birgün Tarsem adında bir adam 'The Fall' adında bir masal anlatmış bu aşkla. Başkahramanları kalbi kırık bir adamla tıpkı bizler gibi masalları seven sevimli ve tombiş küçük bir kızmış. Bu adam da tıpkı Sinema'nın bize anlattığı gibi küçük kıza masallar anlatmış. İçinde köleler de varmış korsanlar da. Kötü adamlar da varmış aşıklar da. Farklı kültürler de varmış farklı kıtalar da. Ama Tarsem'in asıl gayesi aslında onu da kendine aşık eden Sinema hakkında bir masal anlatmakmış. Bunu da başarmış. Çünkü filmde Sinema içinde sadece başrol oyuncularının olmadığını, dublörlerin de olduğunu hatırlatmış. Sinema denilen şeyin aslında bir görüntü işi olduğunu, görüntünün fotoğrafa, fotoğrafın da resim sanatına dayandığını, bize büyük ressamların tablolarını kıskandıracak eserleri bu filmde kullanarak göstermiş. En son olarak da Sinema'nın tek amacının masallar anlatarak gündüz düşleri gördürmek olduğunu, masalların iyi veya kötü bitmesinin bizim elimizde olduğunu, çünkü anlatılanın aslında herkesin kendine ait ayrı düşü olduğunu bize söylemiş. Böylece Tarsem ermiş muradına, izleyiciler de çıkmış kerevetine.

25 Şubat 2009 Çarşamba

EXTREME MOVIE


' FUCK ' HAKKINDA HİÇBİR ŞEY

Kim ne derse desin bayağı Amerikan gençlik komedilerini seviyorum. Çünkü insan vücudu her zaman zeytinyağlı dolma yemek istemez. Arada yağlı hamburgerleri de götürmek gerekir. Hepimizin hayatı tahmin edersiniz ki muhteşem değil. Kimimiz işimizden nefret ediyoruz, kimimiz derslerden, kimimiz etrafımızdaki insanlardan. Ucuz Amerikan filmleri bu konuda imdadımıza yetişir. Çünkü filmdeki tiplerin derdi ya okul kraliçesi olmaktır, ya basketbol maçını kazanmak ya da 16 yaşına girmeden bekaretini bozmaktır. Böyle filmleri izleyince kendimizi o tiplerin yerine koyup bizimde keşke böyle 'büyük' sorunlarımız olsaydı demek hoşumuza gider.
Ama bu filmleri hafif oldukları için severim; boş oldukları için değil. Filmin seks hakkında olması ilginçtir ama yarak kafalı olması sinir bozucudur. Amerikan gençlik filmlerini izleyince bir şartı kabul etmelisiniz. Bu film sizin hayatınızı değiştirmeyecek veya evrenin sırrını vermeyecektir. Sadece boş olan vaktinizin çabucak akmasını sağlayacaktır. Bunu sağlarsa ne ala. Ama tıpkı ' Extreme Movie'deki gibi kafanıza sıçarsa benim gibi yandınız. İzlerken sevdiğiniz filmleri seks gibi düşünürsek bu film olsa olsa tecavüz kategorisine girer. Tamam filmin nasıl olacağını insan tahmin eder de, bu kadar gereksizliği bir arada görmek nasıl bir marifettir. İnanın filmin 90 dakikayı bulmayan süresini adamlar doldurmak için kıçını yırtmışlar ama olmamış. Filmin derdi ergenlerimizin Fucksal maceraları. Ama filmimizin sorunu, Fuck hakkında bir film olması gerekirken kendisinin Fuck olmuş olması. Bu filmi izlerken 'A Superhero Movie'nin başyapıt olduğunu söyleseydiniz o delaletle hemen kabul ederdim. Filmin konusunu, ne olup bittiğini anlatmaya hiç gerek yok. Diyebileceğim tek şey bu movie benim için bile hayli extreme olmuş. Ve sormadan edemeyeceğim: Pek muhterem Michael Cera, sen ki Arrested Development, Superbad, Juno gibi işlerde oynamış adamsın. Allah aşkına kuzum bu filme yolun nasıl düştü? Bir derdin varsa anlat dinleriz, böyle gereksiz işlerde olmanın ne sana ne bize faydası dokunur.

19 Şubat 2009 Perşembe

MILK


SÜT BEYAZ, HAYAT SİYAH

Mevlana'nın önemli bir sözü vardır: 'Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Anlamlı bir söz. Ve bir o kadar da uygulaması zor. İnsan kendi aslı olmak ister fakat çok azı bunu başarır. En yakınlarınızdakiler buna engel oluşturur, en uzağınızdakiler bunu istemez. Kurallar bir taraftan peşinizdedir, yasaklar ensenizde. Ama en zoru da kişinin kendi elleriyle ördüğü ağları parçalamasıdır. Eğer tüm bu engelleri aşmayı bilirse kişi o zaman birşeyler olur. Hiçkimse olmaktan çıkıp birkimse olmaya başlar. Tıpkı Harvey Milk gibi.
Halkın oylarıyla seçilmiş, gerçek kimliğini gizlemeyen ilk eşcinsel politikacı Harvey Milk'in yürüdüğü bu zorlu yolun hikayesi olan bu filmde bir çok konu dağılmadan ve bir bütünün parçaları şeklinde anlatılmış. İlk olarak film bir inat hikayesi. Harvey Milk sıradan biriyken, kendisinin de üyesi olduğu eşcinsel toplumun görmezden gelinmesine karşı çıkıyor. Sadece San Francisco'da Castro sokağında rahat olması onun için yeterli değil. New York'da da, Kansas'da da rahat olmak istiyor. Sadece kendisinin değil diğer eşcinsellerin de rahat olmasını istiyor. Tıpkı diğer 'normal' sıradan insanlar gibi. Ve kendi haklarının bir gün değil de şimdi savunulmasını istediği için seçimlere giriyor. İlk denemesinde başarısız oluyor. İkinci ve üçüncü denemelerinde başarısız olduğu gibi. Ama yılmıyor. Ve sonunda başarıyor. Bu noktada film iki önemli şeyin altını çiziyor. Birincisi kurulu iktidar düzeninde, öteki olan insanlar benimsenmek istiyorsa kendilerinin birşeyler yapmasıyla olur. Çünkü hiçkimse pastasını paylaşmak istemez. Ve kendinizin burada olduğunu göstermek istiyorsanız elinizden geleni yapmalısınız. Gözler kapalıysa kulak deliğinden girecekseniz, kulaklar tıkalıysa başka bir delik bulacaksınız.
İkinci olarak da eğer hiçkimse değil de bir kimse olmak istiyorsanız, elinizi taşın altına koyacaksınız. Çünkü sizi kurtarmasını beklediğiniz kahraman hiçbir zaman gelmeyebilir. Ayrıca o kahramanın siz olmayacağını kim bilebilir ki? Kahraman olmak için de iki şey gereklidir. Kendiniz olmak ve yangını başlatmak için bir kibrit.
Tüm bu mesajlarıyla birlikte, 'Milk' sinemasal açıdan da çok doğru bir film. 'Can Dostum' gibi pek sevmediğim popüler bir filmden sonra farklı sulara yelken açan ve yine çok sevmediğim 'Gerry' gibi filmler yapan Gus van Sant bu filmle 'My Private Idaho' düzeyine tekrar ulaşmış. Yönetmenin gerçek ve kurgusal görüntüleri harmanlaması ve hangisinin gerçek hangilerinin film görüntüleri olduğunu izleyicinin kimi zaman kestirememesi takdire şayan. Oyunculuğu bana hep itici gelmiş Sean Penn bu rolüyle itici olmasına rağmen istediğinde çok iyi bir aktör olduğunu göstermiş. Tüm bunların yanısıra filmin benim için iki önemi daha var: Emilie Hirsch'in gelecek yılların büyük oyuncularından biri olabilecek mayaya sahip olduğunu görmek ve filmin adeta ruhunu oluşturan, konunun geçtiği dönemi yaşatan, kopyası değil de aslı olan kusursuz sanat yönetimi.

15 Şubat 2009 Pazar

BLINDNESS - CHOKE



KURTLAR, KUZULAR VE EDEBİYATIN AĞIR YÜKÜ

Alfred Hitchcock ile yapılan bir mülakatta yönetmene sormuşlar: Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza'sını filme çekmeyi düşünürmüsünüz?'. Alfred ise 'hayır' demiş. 'Çünkü o başkasının başarısıdır'. Edebiyat uyarlamaları söz konusu olduğunda benim aklıma hep yönetmenin bu sözleri gelir. Başkasının gerçekten başarılı olmuş bir kitabını filme çekmek ne kadar akla yatkındır ve bir yazarın şans perisi her zaman bir yönetmene de konar mı...
Malumunuz sinema dünyasının arka girişinde büyük eserlerin kötü filmlere çevrilmiş bozuk konserveleri kocaman bir çöplük oluşturur. Bir kitabı beyazperdeye aktarmanın avantajları vardır. İyi bir konu bulma derdinden sizi kurtarır. Hele bir de okuyucularca da sevilmişse değmeyin keyfinize. Ama bunun yanında büyük laneti de beraberinde getirir. Kitabı bilen izleyicinin yarattığı hayal alemini geçmeniz gerekir. Eğer seyircinin bu çıtasını geçemezseniz, izleyici ağzında biriktirdiği küfürleri anında suratınıza kusar. Aynı zamanda iyi kitaplar ince cam gibidir. Yanlış bir harekette elinizden kayar ve tuzla buz olur. Sizin payınıza da aval aval bakmak düşer.
Tüm bunlar ışığında, iki edebiyat uyarlaması olan Körlük ve Tıkanma filmlerini tanıtmak için bir sıfat gerekseydi bu kesinlikle 'şanssız' olurdu. Çünkü iki filmi de uyarlandığı kitaplardan ayrı değerlendirebilseydim, çok büyük kusurlar bulmazdım. Ama gelin görün ki, kitaplar bu filmleri sinsi bir gölge gibi takip ediyor. Örneğin Jose Saramago'nun kitabı şu ana kadar okuduğum kitaplar içinde en büyük distopik kabusu gördürüyordu: Bir gün nedeni bilinmeyen bir salgınla tüm insanlar -bir kadın dışında- beyaz bir körlüğe mahkum olurlar ve hem devlet iktidarının hem de kendi içinde oluşan iktidarın kurtluğu karşısında bir kuzu gibi tuzağa düşerler. Bu kitapla birlikte hem modern sistemin ne kadar çabuk kırılabileceğini hem de insanın ne kadar evcilleştirilmeye çalışılsa da içindeki ilkel hayvanın fırsat bulduğu anda kilitli kafesinden nasıl kaçabileceğini görürüz. Ve de dünyada yaşanan milyon yanlışa, haksızlığa ve hataya nasıl kör kalınabildiğini ve bu kör korkaklıkla nasıl herşeyini çekinmeden sunabileceğini, bunu yapanların bu beyaz karanlıkta nasıl devam edebildiğini ve görenlerin aslında en büyük acıyı yaşadığını anlarız. İşte böylesine tehlikeli sularda yüzen bir kitabın filminin işi de zor oluyor. Böylesine bir kitabı okuyan ve kafasında tasarlayan okuyucunun karşısında on takla atsanız da pek para etmiyor. İzleyicinin ağzından duyabileceğiniz tek cümle de şu oluyor: 'Bu filmi görmüştüm ben senden önce defalarca.'
Tıkanma filmine gelirsek bu sefer karşımızda başka bir durum sözkonusu: İnsan insanın değil, kendisinin kurdudur. Çünkü kahramanımız Victor'un en büyük düşmanı yine kendisi. Victor hem kurt hem kuzu olmaktan kurtulamıyor. Hem sevilmek istiyor hem de sevgiden kaçıyor. Bu yüzden de karşımıza duygularını sadece hard seks yaparak dışa vurabilen, lokantalarda sahte boğulma numaraları çekerek yabancıların şefkati ve parası peşinde olan bir İsa olarak çıkıyor. Tıkanma filminin en büyük talihsizliği, Körlük gibi, büyük bir kitaptan uyarlanmış olması. Günümüzün en parlak yazarlarından Chuck Palahniuk'un zekasının ürünü olan bu eseri okumamış ama filmi izlemiş biri olarak bile kitabın filmden çok daha iyi olduğunu anlayabiliyorum. Seks bağımlılığından rol kesmeye, annelerden delilere, şefkatten çocukluk acılarına bir çok konunun cirit attığı filmde bunlar ancak tadımlık kalmış. Yönetmen adeta Palahniuk'un büyük bir kazanda servis ettiği yemeklerden bir çay kaşığı kadarını almayı tercih etmiş. Ortaya da mükellef bir kral sofrası yerine bir aperatif tabağı çıkarmış. Ama maalesef bir sorun var; ben obur herifin tekiyim.

14 Şubat 2009 Cumartesi

PANDORA'NIN KUTUSU


BOŞ KUTU

Sonda söylemem gerekeni iyisi mi en başta söyleyeyim. Pandora'nın Kutusu'nun en güzel bölümü her iki anlamda da finali. Finalle birlikte, ilk olarak Yeşim Ustaoğlu'nun bana yaşattığı kötü sinema şokunun sona ermesine sevindim. İkinci olarak da, gerçek anlamda, uzun zamandır izlediğim filmler içinde en güzel ve anlamlı sonlardan biri oldu. Tabii bu da ayrı bir muammaya insanı sevkediyor: Böyle güzel bir son düşünebilen bir akıl, bu kadar boş ve insana karabasan gördüren bir film nasıl çekebilir.
'Bulutları Beklerken'i izlememiş, 'Güneşe Yolculuk'u izlemiş ve el aman demiş biri olarak açıkçası Pandora'nın Kutusu'nu büyük bir merak ve umutla bekliyordum. Ne de olsa film Altın İstiridye ödülünü kazanmıştı, konusu benim için ilgi çekiciydi, fragmanlarda görebildiğim kadarıyla Tsilla Chelton'un oyunu cezbecidiydi. Ama filmi izledikten sonra kutunun içinde hiçbir şey olmadığını görmek açıkçası beni hüsrana uğrattı.
Filmin bir sahnesinde bunamaya başlayan Nusret Hanım salonun orta yerine çişini yapıveriyor. Tıpkı yönetmenin filmin içine etmesi gibi. Neden derseniz, ilk olarak filmde Nusret Hanım dışında hiçbir karakter yaratımı yok. Filmdeki üç kardeş ve torun gereksiz dekorlar olma dışında bir vazife görmüyorlar. Tamam bu tipler, modern hayata kendini kaptırmışlar ve seyirciyle bir gönül bağı kurmaktan uzak özellikteler ama hiç mi insanda baygınlık verme dışında bir duygu - nefret, öfke, hüzün,...- oluşturmazlar. Öyle ki diğer başka bir sahnede Nusret Hanım büyük kızına tokadı yapıştırınca içimin yağları eridi; diğer iki çocuğunu, torununu ve özellikle de yönetmeni sıra dayağından geçirse ne güzel olur diye düşündüm. İzleyiciyi üzmesi gereken bir durum bunları insanın aklına getiriyorsa, gerisini siz düşünün.
İkinci olarak, yönetmenin zamanı yanlış kullanma gibi çok önemli bir derdi var. Mesela filmin başlarında üç kardeş annelerini bulmak ve İstanbul'a getirtmek için aynı arabada giderlerken ilk başta ağızlarını bıçak açmıyor - kardeşler arasındaki iletişimsizlik -, bir dakika geçmiyor hemen çocukluk travmalarını tartışmaya başlıyorlar. Kabul ediyorum, bir filmin belli bir süresi vardır ve fazla zaman kaybetmeden asıl konuya geçmek gerekir. Ama daha kim, ne, nerde anlamadan işi aceleyle halletmeye çalışmak ne kadar sağlıklıdır bilmiyorum. Filmi izlerken insan herhalde çok daha önemli şeyler anlatılacak diye düşünüp bunu sineye çekiyor. Ama maalesef geri kalan zamanda bir halt olmuyor ve yönetmen arta kalan bol süreyi hoyratça harcıyor. Bize ise bol bol Nusret Hanım'ın açık bulduğu her kapıdan kendini sokaklara atmasını, çocuklarının adeta boş Avrupa filmlerinden fırlamış gibi duran karton duygularının hezeyanlarını ve torunun olmayan bir şeyi - yani kendisini - aramasını izlemek kalıyor.
Filmde günlük hayatta insanın garibine gidebilecek olayların normalmiş gibi yutturulmaya çalışılması da bir başka önemli handikap. Çocuklar annelerini bulmak için arabayla giderlerken, yolun kapalı olması sebebiyle bir lokantada mecburi mola veriyorlar. Lokantada bir masada şoförler çilingir sofrasını kurmuş muhabbet ederlerken bir bakıyoruz hoop erkek kardeş muhabbete katılıyor, biraz geçmiyor bülbül gibi şarkı söylemeye başlıyor. Kusura bakmayın, hayatımda annesini sevmeyen insanlar gördüm ama annesi kaybolmuşken, belki de ormanda ayılarca parçalanmışken rakı sofrasında kafayı çekip keyif yapan bir insan evladı görmedim. Bir diğer garip gelen kısım ise torunun tek başına Nusret Hanım'la birlikte Karadeniz'deki köy evine dönmesi. Tamam insanoğlu çiğ süt emmiştir ve evladına ona can veren anaya bakmak çok zor gelir de daha kendisine bile bakamayan, arpası fazla kaçmış bir hergeleye havale edecek kadar da zor gelmez zannımca. Torunun yaptığı da ayrı bir gizem. İçinizden daha kendi donunu yıkamaktan aciz olan kaç kişi, ninesinin donunu yıkamaya gönüllü aday olur... İnanın torunun yaptıklarını görünce, genç nesle olan inancım bir kat daha arttı.
Pandora'nın Kutusu'nda iyi olan iki şey var: Birincisi Tsilla Chelton'un oyunculuğu: Filmdeki diğer oyuncuları alıp üst üste ekleyin, 1000 ile çarpın, kadının oyunculuğunun yarısını bile bulmaz. İkincisiyse daha önce de söylediğim gibi filmin sonu. Film sonlara doğru öyle bir yolunu şaşırıyor ki, torun ölene kadar nineyle kalsa çok sürreel kaçacak, nineyi alıp tekrar İstanbul'a dönse bu sefer de yaratılan torunun ruhunu yok olacak. Ama final öyle güzel bir yol buluyor ki tüm bu soru işaretlerini yok ediyor ve toruna gerçek bir karakter olma yolundaki ilk adımını attırıyor. Ve bir kaç sahnede ağlayan ama gözyaşı akıtamayan tiplere inat yaşı torunun gözünden akıtmayı biliyor.
İlla yaşlılık ve evlatlar hakkında bir film izlemek isteyenler varsa size Tamara Jenkins'in 'The Savages'ını öneririm. İzleyin ve aradaki farkı görün.