19 Ağustos 2009 Çarşamba

QUARANTINE


ÖMÜR TÖRPÜSÜ

Eğer bir film çok çok iyiyse ve sizi radarı altına almışsa o film hakkında kalem oynatmak oldukça zevklidir. Üzerine sayfalar dolusu yazı yazsanız da hep bir eksiklik hisseder, filmin hakkını bir türlü teslim edemediğinize dair endişeye kapılırsınız. Bu sayfalarca yazı yazma isteği ve endişe duygusu kötü filmlerde de karşınıza çıkar. Ama ters istikamette. Bu kötü filme karşı duyduğunuz nefret o kadar yoğundur ki, ne söyleseniz, ne etseniz içinizdeki o sıkıntının ve kızgınlığın bir nebze olsun azalmadığını görürsünüz. Örnek mi istiyorsunuz; alın size "Quarantine" filmi. Filmimiz televizyon için itfaiyecilerin meslek yaşamını anlatan bir program çeken uyuz muhabir kızın ve kameramanın, itfaiyecilere yapılan bir ihbar sonucu bir apartmana yardım için gitmeleri ve daha sonra apartman sakinleriyle birlikte karantina altına alınmasını anlatıyor. Binada başlayan, kaynağı muallak kuduz salgını insanlara bulaşır ve onları bir nevi zombiye dönüştürür. Apartmanın içine de kısıldıklarından kaçacak pek yerleri yoktur ve böylece sıra teker teker hepsine gelir. Sonra da gelsin kırılan kemikler, gitsin akan kanlar.
Açıkçası sıradan bir korku filminden mükemmel bir konu bekleyecek yaşı çoktan geçtim. Kemikler ve kanlarla ilgili bir sorunum da yok. Fakat film beni neden bu kadar bezdirdi derseniz cevap filmdeki tiplerdir. Normalde bu tür filmlerde az da olsa kurbanların yanında olmak gerekirken, bu filmde hepsinin ölmesi için dua etmeye başlıyorsunuz. Binadakilerin hepsini tahliye edip bir sağlık merkezinde karantinaya almak yerine apartman içine tıkıp gerçek anlamda birbirinizi yiyin demek nasıl bir senaryo dahiliğidir inanın halen çözebilmiş değilim. Bunların üstüne bir an olsun kamerayı bırakmayan ve sonunda görev uğruna şehit olan abimiz ve başlarda cilve yapan ama zoru görünce de o cilvelerden eser kalmayan, ortalıkta sadece bağrıp zırlayan muhabir kızımız ve benzeri birçok gıcık tipi bünyesinde barındırınca, bu filmi sevmek yerine kuduzdan beter olursunuz.

Hiç yorum yok: