14 Şubat 2009 Cumartesi

PANDORA'NIN KUTUSU


BOŞ KUTU

Sonda söylemem gerekeni iyisi mi en başta söyleyeyim. Pandora'nın Kutusu'nun en güzel bölümü her iki anlamda da finali. Finalle birlikte, ilk olarak Yeşim Ustaoğlu'nun bana yaşattığı kötü sinema şokunun sona ermesine sevindim. İkinci olarak da, gerçek anlamda, uzun zamandır izlediğim filmler içinde en güzel ve anlamlı sonlardan biri oldu. Tabii bu da ayrı bir muammaya insanı sevkediyor: Böyle güzel bir son düşünebilen bir akıl, bu kadar boş ve insana karabasan gördüren bir film nasıl çekebilir.
'Bulutları Beklerken'i izlememiş, 'Güneşe Yolculuk'u izlemiş ve el aman demiş biri olarak açıkçası Pandora'nın Kutusu'nu büyük bir merak ve umutla bekliyordum. Ne de olsa film Altın İstiridye ödülünü kazanmıştı, konusu benim için ilgi çekiciydi, fragmanlarda görebildiğim kadarıyla Tsilla Chelton'un oyunu cezbecidiydi. Ama filmi izledikten sonra kutunun içinde hiçbir şey olmadığını görmek açıkçası beni hüsrana uğrattı.
Filmin bir sahnesinde bunamaya başlayan Nusret Hanım salonun orta yerine çişini yapıveriyor. Tıpkı yönetmenin filmin içine etmesi gibi. Neden derseniz, ilk olarak filmde Nusret Hanım dışında hiçbir karakter yaratımı yok. Filmdeki üç kardeş ve torun gereksiz dekorlar olma dışında bir vazife görmüyorlar. Tamam bu tipler, modern hayata kendini kaptırmışlar ve seyirciyle bir gönül bağı kurmaktan uzak özellikteler ama hiç mi insanda baygınlık verme dışında bir duygu - nefret, öfke, hüzün,...- oluşturmazlar. Öyle ki diğer başka bir sahnede Nusret Hanım büyük kızına tokadı yapıştırınca içimin yağları eridi; diğer iki çocuğunu, torununu ve özellikle de yönetmeni sıra dayağından geçirse ne güzel olur diye düşündüm. İzleyiciyi üzmesi gereken bir durum bunları insanın aklına getiriyorsa, gerisini siz düşünün.
İkinci olarak, yönetmenin zamanı yanlış kullanma gibi çok önemli bir derdi var. Mesela filmin başlarında üç kardeş annelerini bulmak ve İstanbul'a getirtmek için aynı arabada giderlerken ilk başta ağızlarını bıçak açmıyor - kardeşler arasındaki iletişimsizlik -, bir dakika geçmiyor hemen çocukluk travmalarını tartışmaya başlıyorlar. Kabul ediyorum, bir filmin belli bir süresi vardır ve fazla zaman kaybetmeden asıl konuya geçmek gerekir. Ama daha kim, ne, nerde anlamadan işi aceleyle halletmeye çalışmak ne kadar sağlıklıdır bilmiyorum. Filmi izlerken insan herhalde çok daha önemli şeyler anlatılacak diye düşünüp bunu sineye çekiyor. Ama maalesef geri kalan zamanda bir halt olmuyor ve yönetmen arta kalan bol süreyi hoyratça harcıyor. Bize ise bol bol Nusret Hanım'ın açık bulduğu her kapıdan kendini sokaklara atmasını, çocuklarının adeta boş Avrupa filmlerinden fırlamış gibi duran karton duygularının hezeyanlarını ve torunun olmayan bir şeyi - yani kendisini - aramasını izlemek kalıyor.
Filmde günlük hayatta insanın garibine gidebilecek olayların normalmiş gibi yutturulmaya çalışılması da bir başka önemli handikap. Çocuklar annelerini bulmak için arabayla giderlerken, yolun kapalı olması sebebiyle bir lokantada mecburi mola veriyorlar. Lokantada bir masada şoförler çilingir sofrasını kurmuş muhabbet ederlerken bir bakıyoruz hoop erkek kardeş muhabbete katılıyor, biraz geçmiyor bülbül gibi şarkı söylemeye başlıyor. Kusura bakmayın, hayatımda annesini sevmeyen insanlar gördüm ama annesi kaybolmuşken, belki de ormanda ayılarca parçalanmışken rakı sofrasında kafayı çekip keyif yapan bir insan evladı görmedim. Bir diğer garip gelen kısım ise torunun tek başına Nusret Hanım'la birlikte Karadeniz'deki köy evine dönmesi. Tamam insanoğlu çiğ süt emmiştir ve evladına ona can veren anaya bakmak çok zor gelir de daha kendisine bile bakamayan, arpası fazla kaçmış bir hergeleye havale edecek kadar da zor gelmez zannımca. Torunun yaptığı da ayrı bir gizem. İçinizden daha kendi donunu yıkamaktan aciz olan kaç kişi, ninesinin donunu yıkamaya gönüllü aday olur... İnanın torunun yaptıklarını görünce, genç nesle olan inancım bir kat daha arttı.
Pandora'nın Kutusu'nda iyi olan iki şey var: Birincisi Tsilla Chelton'un oyunculuğu: Filmdeki diğer oyuncuları alıp üst üste ekleyin, 1000 ile çarpın, kadının oyunculuğunun yarısını bile bulmaz. İkincisiyse daha önce de söylediğim gibi filmin sonu. Film sonlara doğru öyle bir yolunu şaşırıyor ki, torun ölene kadar nineyle kalsa çok sürreel kaçacak, nineyi alıp tekrar İstanbul'a dönse bu sefer de yaratılan torunun ruhunu yok olacak. Ama final öyle güzel bir yol buluyor ki tüm bu soru işaretlerini yok ediyor ve toruna gerçek bir karakter olma yolundaki ilk adımını attırıyor. Ve bir kaç sahnede ağlayan ama gözyaşı akıtamayan tiplere inat yaşı torunun gözünden akıtmayı biliyor.
İlla yaşlılık ve evlatlar hakkında bir film izlemek isteyenler varsa size Tamara Jenkins'in 'The Savages'ını öneririm. İzleyin ve aradaki farkı görün.

Hiç yorum yok: